Tarihi olayları zamanının şartlarına göre değerlendirmezseniz, olayların tarafı olan şahsiyetleri hem acımasızca ve haksız olarak eleştirirsiniz ve hem de toplumda gereksiz kutuplaşmalar oluşturursunuz! Bu durumda kısa mesafeli siyasi kazanımlar elde edebileceğinizi düşünseniz bile, bu yumurtayı almak için tavuğu kesmeye benzer. Bir seferlik bunu elde edebilirsiniz ama artık arkası gelmez!

Söz konusu, Ayasofya camisinin açılışından itibaren yapılan tartışmalardır. İstanbul’da cami eksikliği olduğundan Ayasofya tekrar Cami işlevine döndürülmemiştir. Türkiye çok haklı olarak, özellikle ABD’nin bizi ciddiye almayan politikaları ve Avrupa’nın geleneksel alışkanlıklarına karşı onların tam da anlayacağı bir dilden konuşarak tarihi bir hamle yapıp, dünyanın gözü önünde bağımsız ve egemen bir devlet olduğunu net bir şekilde ortaya koymuştur. Bu tarihi hamle, Müslüman Türk insanının gönlünü serinletmiş, hayallerini gerçekleştirmiş ve kendine olan güvenini hiç olmadığı kadar arttırmıştır. Bu güzel ve muhteşem gelişmeyi kimsenin sulandırıp bulandırmaya hakkı da, yetkisi de yoktur.

Konu üzerinde en fazla eleştiri alan Diyanet İşleri Başkanı’nın açılış konuşmasındaki Atatürk’ü ima ettiği iddia edilen sözleri olmuştur. Gerçi Sayın başkan sözlerinin, gelecekle ilgili olduğunu söylemişse de, bu düzeltme gayreti toplum tarafından pek de inandırıcı bulunmamıştır. Keşke Diyanet işleri başkanı bu konuşmayı yapmadan önce birazcık, dönemin tarihini ve politikalarını okuyup bilgilenmiş olsaydı. Hatta konuşma metninde olmadığı halde irticalen ifadelendirilen ve tartışma konusu olan o talihsiz cümleleri asla söylemek istemeyeceğinden bizim dahi şüphemiz olmazdı.

Mesele şudur; 1934’lü yılların kendine has siyasi ve stratejik özellikleri vardır. Boğazlar bizim yemek borumuz gibidir. Bir düşünün, ağız sizin, mide sizin ancak yemek borusu sizin değilse, nasıl beslenebilirsiniz ki? Bunu çok iyi bilen ve dünyadaki gelişmeleri çok iyi okuyan Atatürk boğazlar için tarihi bir hamle hazırlığı kararı almıştır. Atatürk diyor ki; ben bir hedef tayin ettiğim zaman onu nasıl elde edeceğimi düşünmem! Hedef ile benim aramdaki engelleri tespit eder onları ortadan kaldırırsam, hedefi elde etmiş  olurum. Tam da bu görüşüne uygun olarak kendi topraklarımız içinde bulunan ancak 25 km derinliğe kadar bir tek asker dahi bulundurmamız yasak olan boğazları elde etmenin zamanı gelmişti. Bu konuda Montrö’de yapılacak görüşmeler öncesi, boğazlar için etkili olan iki devletin desteğini almak için Atatürk Ayasofya’yı müzeye çevirme hamlesi yapar. Yunanistan ve Rusya’nın üst düzey devlet yetkilileri Atatürk’ün bu hamlesine çok olumlu bakarlar. Daha önce milli konularda uyguladığı tavizsiz ve net politikalardan anladığımız kadarıyla, Atatürk’ün kafasında geçici olmak kaydıyla Ayasofya müzeye dönüştürülür ve Montro’ya bu hazırlıkla gidilir. Bugün, Ayasofya’nın cami olan tapusunun neden değiştirilmediğini sorgulamak kimsenin aklına gelmiyor! Atatürk’ün niyeti Ayasofya’yı gerçekten müzeye çevirmek olsaydı, tapu kayıtlarını da müze olarak değiştirmesi gerekmez miydi? Bunu istemiş olsaydı, onu, o dönemde kim engelleyebilirdi ki?

Bu hamle ile Montrö’ya giden Atatürk, hem ikinci dünya savaşı öncesi gelişmelerin etkisi ve hem de Ortadoks Yunanistan ve Rusya’nın Ayasofya hamlesinden dolayı açık desteği ile boğazlar üzerinde Türkiye’nin kesin hakimiyetini sağlayan Montrö anlaşmasını imzalatmayı başarıyor. Bu muhteşem siyasi ve stratejik hamleyi ve kazanımı keşke onu bu gün acımasızca eleştirenler bilmiş olsalardı. Boğazları bu hamleyle Türkiye ‘ye kazandıran Atatürk, Hatay’ın, anavatana katılması çalışmalarında da olduğu gibi, Ayasofya’nın da tekrar tapu kayıtlarındaki işlevi olan camiye çevrilmesi için şartların olgunlaşmasını beklemekteyken, ömrü buna yetmedi ve Ayasofya ondan sonra müze olarak kalmaya devam etti.

Şimdi, bilgi eksikliğinden kaynaklandığına inandığımız Ayasofya hutbesini irad eden ve konuşmalarına herkesten çok dikkat etmesi gereken sayın başkan ne diyecek diye çok merak ediyorum. Ardından haksız olarak konuştuğu iddia edilen müteveffadan af mı dileyecek, yoksa toplumdan özür mü dileyecek bekleyip göreceğiz.

Bence, Diyanet İşleri Başkanlarının konuşmaları tartışmalara sebep olmak yerine, tartışmaları bitirecek yeterlilikte ve mükemmellikte olmalıdır. Çünkü bu makamda bulunan insanların konumu bunu gerektirir diye inanıyorum.

Konuyu Atatürk’ün muhteşem bir sözü ile bitirmek istiyorum, diyor ki;

Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa, değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır.

Biz daha ne diyelim ki!