İkinci Paylaşım Savaşını konu edinen kayda değer kurgulardan hiçbiri, geçmişinde engin tecrübeler barındıran Jerzy Kosinki’nin, Derin bir içtenlik ve duyarlılıkla kaleme aldığı “Boyalı Kuş” unun seviyesini yakalayamaz diye düşünüyorum.

Binlerce benzeri gibi altı yaşındaki bir küçük çocuk, Orta Avrupa’nın büyük bir şehrinde yaşayan annesi ve babası tarafından korunmak kaygısıyla uzak bir köye gönderildi… Bir takım olaylar ve savaşın acımasızlığı bütün hesaplarını alt üst etti. Başıboş kalan çocuk bir köyden diğerine savruldu durdu. “Savaşın dört yılını geçirdiği köyler, belirli bir bölgede toplanmıştı. Köylerinden dışarı çıkamayan, kendi aralarında yaşayan, sarı saçlı, açık tenli mavi gözlüdür oraların köylüleri… Oysa çocuk esmer, kara kaşlı ve kara gözlüydü. Herkes çocuğu, Çingene ya da Yahudi sandı.”

“Boyalı Kuş” romanın çevirdiğiniz her sayfasında, Savaşın karmaşasında anne babasından ayrı düşmüş o çocuğun ağzından yaşadıklarını okuyacaksınız… Bir zaman geliyor, bu kadarı da olmaz dedirttiriyor isyanla… O derece net ve sert acımasız bir dünya anlatılıyor bu romanda.

“… Lekh gözlerini kuşlara diker, saatler boyunca kendi kendine homurdanır… Uzun uzun ve günlerce düşünmenin ardından en nihayet kuşların en güzellerinden birini seçerdi.

Seçtiği kuşu bileğine bağladıktan sonra, bir sürü garip şeyi birbirine karıştırıp kokulu bir boya elde eder, değişik renklerde, kutu kutu hazırlardı bu boyadan…Sonra kuşun başını, kanatlarını, boynunu ebemkuşağı renkleriyle bezer, tüylerine bir demet yabani çiçeğin göz kamaştırıcı parlaklığını verirdi.

Ve hemen ormanın derinliklerine doğru yürürdük birlikte. Epey ilerledikten sonra Lekh durur, kuşu bileğinden çözüp bana verir ve ayaklarından tutarak sallamamı isterdi. Boyalı Kuş söylenir durur, bağrışına gelen diğer kuşlar tepemizde dönmeye başlardı… Onlara ulaşmak isteyen tutsak debelenir, bütün gücüyle öter, boyalı boynunun içinde kalbi, delice atardı.

Tepemizde yeteri kadar kuş toplandığına kanaat getirirse Lekh, bir işaretle tutsağı salıvermemi isterdi… Bulutların üstündeki küçük ebemkuşağı, mutlu ve özgür boyalı kuş, yükselip kardeşlerinin gürültücü sürüsüne katılırdı. Diğerleri bir süre şaşkın bakarken benzerini görmedikleri kuş, boşu boşuna kendilerinden biri olduğuna onları inandırmaya çalışırdı.

Parlak renklerin iyice şaşırttığı kuşlar onu kuşkuyla inceler, sonra birbiri ardından saldırıp, boyalı tüylerini gagalayıp yolmaya koyulurlardı. Tüysüz ve kan içinde kalan zavallı kuş havada duramaz, düşerdi. Aynı sahne sık sık tekrarlanır, kurbanlarımızı hep ölü bulurduk…

Lekh günün birinde kocaman bir karga yakaladı; kanatlarını kırmızıya, boynunu maviye, kuyruğunu da yeşile boyadı. Bir karga sürüsünün kulübemizin geçtiğini görünce koyverdi kurbanını. Aralarına karışır karışmaz korkunç bir savaş başladı. Dört yandan sahtekarın üzerine saldırdılar. Siyah, kırmızı, mavi ve yeşil tüyler uçuştu havada…

Kargalar yükselmeye başlamıştı, birden kurbanımızın döne döne tarlalara düştüğünü gördük. Kuş yaşıyordu hala. Gagasını açıp kapıyor, kanatlarını oynatmaya çalışıyordu boşu boşuna… Kardeşleri gözlerini oymuşlardı. Kan oluk gibi akıyordu tüylerinin üstünden…”

“Boyalı Kuş” romanının bu satırlarını okuyup da içinde yaşadığımız dünyanın korkunç gerçeklerini içimiz acımadan düşünmemek elde değil.

Kardeşlerinin gözünü oyan kargalar gibiyiz. Yeter ki, hemcinslerimizin kanatları arasında iki değişik renkli tüy görmeyelim, alışılmışın dışında bir şeyler sezinlemeyelim anında üzerine atılıp paramparça etmekte bir beis görmüyoruz!

Sözüm ona, bunca yenilik, reform, çağdaş uygarlık söylemine karşın, çoğunlukla, alıştığımızın ötesine geçmeyi… alışılagelmişin sınırlarını zorlamayı talep etmeyecek denli statükocu kalmışız. Aslında dünden bugüne hiçbir şey değişmemiş, sadece şekli formata değişiklikler oluşmuş ve geçmişin aynı acımasızlığı ve sürek avı olanca hızıyla hayatlarımızı kemirmeyi sürdürüyor halen.

Hele birde  “Boyalı Kuş” hissedenlerdenseniz, o çocuğun masumiyetinde doğan yalnızlığın içinizde alaz alaz devindiğini hissedersiniz umarsız!..

Güzel bir hafta dileklerimle.