Kim ne derse desin, aslında demokrasi bir denge rejimi… Çoğulcu demokrasinin üzerinde temellendiği en önemli denge ise kaçınılmaz olarak para ile sayı arasında…

Ne zaman ki, sermaye sahiplerinin parasal gücünün ve her türden yaptırımlarının karşısına, emeğin sayısal gücü örgütlenerek çıkmış işte ancak o zaman çağdaş demokrasiye ulaşılabilmiştir.

İşçinin, ücretlinin ağırlığının bittiği iklimlerde, emek-sermaye dengesi de biter… Demokrasi beklentileri bir başka bahara devredilir! Siyasal yaşama para ve kaba kuvvet dengesi egemen olur.

1789 Fransız devriminin en başat ilkesi; “Yasalar önünde eşitlik” olmasına karşın, sadece zenginler oy kullanıyordu. Fransız işçi ve köylüsü ancak 59 yıl sonra oy kullanma hakkına ulaşabilmişlerdi.

Devrimin ardından 1848 yılında, Rahip Lamennais öfkeyle talep ediyordu;

“Konuşabilmek için altın gerekiyor, hem de çok altın! Biz ise yeterince varlıklı değiliz. Yoksulların kaderine susmak düşüyor!”

Yoksullar zorlu süreçlerden ve  giyotinlerle sınanarak! Zamanla oy hakkına ulaştılar, seçilme hakkına da… Ama bir araya gelemeyip tek başlarına kaldıkları sürece “seslerini duyurabilme” hakkını elde edemediler.

Ta uzaklardan Napolyon’un “Para… para…para…” diyen seslenişi yankılanıyor sanırsınız.

Salt inanıp, uğruna bedel ödemeyi kabullenmekle olmuyor. Parti kurup örgütlenmek için para gerekli, gazete ya da TV kurmak için de… seçim çalışmaları içinde para gerekli, basını satın almak içinde!.. Paranın demokrasilerdeki karşı durulmaz etkisini, kendisi demokrasiye inanmasa da ilk keşfeden Abdülhamit ti; Fransız demokrasisini etkilemek adına Paris’teki 17 gazeteye dolaylı olarak para aktarmış, kendisi ve iktidarı için demokrasi maskeli! yazılar yazdırmıştı.

Marksistler de; “Para kimde ise iktidar da ondadır.” derler.

Kapitalizmin kuramcılarının aslında bu tespite çok da itirazları yoktur. Ama bunun kötü bir şey olarak yorumlanması noktasında çekince koyarlar. Onlar için bu araçsal durum doğal ve hatta en sağlıklı olandır.

Onlara göre…

Çalışkan ve yetenekli olan herkes para kazanabilir. Öyleyse en akıllıların, en çalışkanların, en yeteneklilerin bu yoldan yaptırım ve etkileşim alanlarının  güçlenip çeşitlenmesi toplumun da (güya) yararınadır!

Acaba gerçekten öyle mi?

Servet sahibi varsıl olmak gerçekten de akıllı, bilgili, çalışkan, yetenekli olmaya mı bağlı? Zadelerin-badelerin mahdumları! Babaları asgari ücretli bir emekçi olsa idi, acaba o servetlere, o gemiciklere yine de sahip olabilirler miydi?

Sokrat’ın sorgulayan öğretisi “nerden buldun” yasasıyla örtüşüp, devlet bürokrasisinde karşılık bulabilseydi, zadeler ve mahdumları böylesi servet sahibi olabilirler miydi?

Sorgulayan insanların en küçük bir kıpırtıda, sorgusuz-sualsiz içeri tıkıldığı bir süreçte…Tıka basa dolu bagajlarına karşın, bazılarının hale dokunulmazlık zırhına bürünmüş olmaları, acaba bilgi-birikim ve çalışkanlıklarından mı kaynaklanıyor, yoksa sahip oldukları derin sırlarından mı?

Kısacası… Siyaset paranın tekelinden, devlet de asalakların tahakkümünden kurtulmadıkça… ne demokrasimiz esenliğe çıkabilir, ne de sevgili ülkemiz.

Çünkü güçler dengesinin bittiği yerde demokrasiden bahsetmek ham hayalden öteye varmaz. Paranın ve tehditin özgür, düşüncenin ise tutsak olduğu demokrasi başka bir bahar beklentisidir ancak…

Güzel bir hafta dileklerimle.