“Atın eskileri, atın tavan arasına,

Satın eskileri, satın yok bahasına.”

Böyle bir akım başlamıştı, yirminci yüzyılın ikinci yarısında. Köy, şehir demeden; eşya, ev demeden eskiden kurtulma hastalığı bir salgına dönüşmüştü adeta. Eski olandan kurtulma, sanki modernitenin ilk aşamasıydı.

Ee bit pazarına da nur yağmadığına göre doğru olan eskiden kurtulmaktı.

İşe; Kurtuluş savaşına, Cumhuriyete ve dirilişimize tanıklık yapmış evlerimizden başladık. Ata yadiğarı evlerimizi, yüreğimiz sızlamadan yıkım sırasına koyduk. Ne ahşaplığına, ne taş ustalığına, ne de kerpiç kokan sağlığına baktık. Canlı tarih olan evlerimizle güle oynaya vedalaştık.

İşte bu süreçte tanıştık “kefen yüzlü betonla.” Zira betonarme ev sahibi olmak, yetmişli yılların Türkiye’sinde itibar sahibi olmak anlamına geliyordu.

Bir bir kapattık tarihin kapılarını umursamadan ve şu işe bakın ki hiçbir uyaranımız da olmadı. Yaşanan vahşi bir yıkım süreciydi ve ne vicdanımız oralıklıydı ne de aklımız. Yıkım, ne merkezi yönetimin umrundaydı ne de yerel yönetimlerin. Törenle betonun tarihini yazmaya başlamıştık. Estetik yoksunu bu yaklaşımımız, doğanın direnme gücünü kırmış bir

“Pirus Zaferi” gibiydi.

Az da olsa köylerimizde ve kentlerimizde bu yıkımdan kurtulabilen yapılar var. Nasıl kurtuldular sanıyorsunuz? Ya sahipleri çok bilinçliydi korudular ve yaşattılar. O güzel insanlar sayesinde “Anadolu Yapı Tarihi” günümüze ulaşabildi. Ya da çok fakirlerdi ki harabe halinde de olsa yapıları günümüze kadar direnebildi.

Oysa şimdi, kadim Avrupa kentlerini veya köylerini görenler, ya da oralara dair bilgi sahibi olanlar hayıflanarak, “vay be adamların en yeni yapıları yüz elli yıllık” mırıldanmasını yapıyor. Artık dünya çok küçüldü, böyle bir değerlendirme yapabilmek için illa da Roma şehrini görmek gerekmiyor...

Derken eskiden kurtulma hastalığının ikinci salgını başladı. Evimizdeki eşyaları da hızla yenileyerek akımı sürdürmeliydik. Köşede bucakta ne bulduysak elimizden çıkartmaya başladık. Çeyiz sandıklarından beşiklere, kilimlerden kaneviçelere, bakır mutfak gereçlerinden, el yapımı dolaplara, elbiselerden fotoğraflara kadar “işe yarmaz” ne kadar tarih varsa kapının önüne koyduk. Yerine aldıklarımızla “naylondan bir dünya” yarattık.

Artık ne evimiz ne de eşyalarımız bizi yansıtmıyor. Biz elbirliğiyle köklerimizi yok ettik. Renksiz,tatsız ve tarihsiz bir dünya yarattık.

Zaman zaman bu yok oluşa dair sızlanmalarımız oluyorsa da bu bunu hiç inandırıcı bulmuyorum; çünkü ders alıp betondan kurtulmak yerine, daha bir aşkla ona sarılıyoruz, tutsaklığımız artık sınır tanımaz boyutlara ulaştı. Yakında betondan bir ülke olacağız.

Diğer taraftan tüketim düşüncesi; ihtiyacımızdan doğan bir eylem olmaktan çıkıp, bizi tutsaklaştıran zalim bir hastalığa dönüştü. Bu alan da kapitalizmin “tüket ve mutlu ol” sloganına teslim olmuş durumdayız.

Sloganı bir kenara bırakıp her köyde yada merkez köylerde “Bir köy müzesi” ya da benzer işlevi görebilecek bir “köy odası” kurmalıyız. İşe yarar mı? Bilmiyorum ama ivedilikle “tarihimizden ve doğamızdan özür dileme ve geri dönüşüm” projesini başlatmalıyız.

Eyvah demeye ne vaktimiz kaldı, ne de elden çıkartılacak tarihi mirasımız...

“E Devlette köklerimiz nereye kadar uzanıyor acaba?”