Emeklilik işlemlerim yapılırken pasaport hakkımı kullanıp kullanmayacağım sorulmuştu: Kullanma şansım olmaz, ama, hakkımın da kaybolmasını istemiyorum, demiştim. Bu düşüncem yıllar sonra işime yaradı. Bir davet üzerine Fransa’ya – yeğenimin yanına – gitmiştim. İlk kez yurt dışına çıkışımdı. Her şeyi merak ediyor, her şeyi not etmeye çalışıyordum. Fransa’ya ayak basar basmaz kararımı vermiştim: Bizi: Avrupa Birliğine almazlar.

Aramızda eğitim ve kültür farkı olarak büyük bir uçurum vardı. Yavaş yavaş bu görüş pekişmeye başladı. Yeğenimin Fransız komşularıyla ilişkileri fevkaladeydi. Çocukları da orada doğup büyüdükleri için yabancı dil sorunları yoktu. Ayrıca aileden Türkçe’yi de iyi derecede biliyorlardı.

Beni değişik kıyafetli görünce merak etmişler. Çocuklar beni Türkiye’den gelen kültürlü – eğitimli – bir amca olarak tanıtmışlar. Eğitimli ve kültürlü Türkler nasıl oluyormuş?... Derken beni Fransa’ya gidişimin üçüncü gününde bir konferansa davet ettiler. Konuşmacı yeğenimin komşusuymuş. Prof.Dr. Tuşet. Tuşet eski bir hariciye bakanıymış. Dünya çapında bir şöhreti varmış. İşin acı yanı, benim yabancı dil sorunumun olmasıydı. Fransızcam – güya – fena değildi. Özel çalışmalarım da vardı. Vardı ama yine de yeterli değildi. İlmi deyimler, terimler bana çok uzaktı. Yeğenimin oğlu Osman imdadıma yetişti: “Anında ben çeviriyi yaparım” dedi. Biraz rahatladım.

Salona gidince şaşırdık. Gürültüye alışık bir millet olduğumuz için sessizlik bizi tedirgin etti! Konu: “Yirminci Yüzyılın Diktatörleri” idi. Salondan çıt çıkmıyordu. Tuşet, Hitler, Musollini ve Stalin’i uzun uzun anlattı. Anlattıklarının bir çoğunu anlamıyordum. Ama her cümleye de – kendimce – bir anlam veriyordum. Osman’ın çevirileri de bir kulağımdan girip ötekinden çıkıyordu. Bir saat nefes almadan dinledik. Salonda hiçbir yorgunluk belirtisi yoktu. ”Her ülke kendi diktatörünü kendisi yaratır” bu söz ana fikirdi bence…

Soru bölümüne gelince şeytan beni dürtmeye başladı. Osman’ı devreye soktum: Sorar mısınız? Atatürk için de diktatör diyenler var. Ne dersiniz. Atatürk diktatör müydü? Tuşet hayatında – belki de – ilkkez kızar gibi oldu. No no no defalarca no dedi. “Bu anlattıklarım sivil geldiler, üniforma ile gittiler. Diktatörlüğün özelliği bu” Atatürk aksine, üniforma ile geldi. Sivil gitti. Böyle diktatör olmaz dedi.

Siz – belli ki – etkili yönetici ile diktatörü karıştırıyorsunuz. Ne yalan söyleyeyim. Ağlamaklı oldum. Yabancı bir diyarda Atam’la bir kez daha gurur duydum. Bir ara dinleyicilerden birisi idi Amin’in de diktatör olduğunu söylemesi üzerine Tuşet buna da itiraz etti; “ O kendi ülkesinde – bazı uygulamalarıyla – o görüntüyü vermiş olabilir.

Ama ondan diktatör olmaz” dedi. Artık Tuşet’i iyice tanımıştım. Bende bir Tuşet hayranlığı başlamıştı. Bir hafta sonraydı. Nis’te bir çay bahçesinde karşılaştık.

Yeğenimin oğlu vasıtasıyla merhabalaştık. Konferansına gittiğimi ve çok mutlu ayrıldığımı söyledim. Güldü. Sonunda Türk hariciye bakanlarıyla çok güzel diyaloglar kurduğunu söyledi. Osman en başarılı Türk hariciye bakanı kimdir? Diye bir soru sordu. Bu sorunun yanıtı bence belliydi. Kamuran İnan diye düşünüyordum. Hayır dedi.

En başarılı bakanınız Mesut Yılmaz dedi. Şaşırdım. Nedenini sordum. O kadar güzel Fransızca cümleler kuruyor ki, o cümlelerden yan anlam çıkaramazsınız. O cümleleri değişik anlamlara çekemezsiniz, dedi. Böyle bir gerçeği öğrendiğime de sevindim.