“Eğitmek, öğretmek, hayata ve bilime hazırlamak; ülkesi ve insanlık için düşünen ve üreten aydın bireyler yetiştirmek.” Sanıyorum dünyadaki bütün eğitim kurumları amaçlarını bu ya da benzer cümlelerle ifade ederler. Yani Hint’ten Yemen’e ve en gözde okuldan en gariban okula eğitim hedeflerinin ortak olduğu söylenebilir.

İnsan yetiştirmek ne kadar kutsal ve ne kadar iddialı bir yöneliş. Özveriyle bu yönelişe katılanlar dünyanın en kutsal emekçileridir.

Ülkemizde de Milli Eğitim Bakanlığı bu yönelişi başarıyla yönetmek görevini üstlenmiş en önemli devlet organıdır. On binlerle ifade edilebilecek bir eğitim ordusuna sahip olan bakanlığımız, belirlenen hedefte çıtayı nereye kadar yükseltmiştir acaba? Evrensel ölçekte adından bahsettirebilecek seviyelere ulaşılmış mıdır?

Erzurum’daki Tekman Anadolu Lisesi ile İstanbul Erkek Lisesi’nin öğrencileri aynı derecede değerlidirler ve eşit hizmet alma hakkına sahiptirler. Bu çok insani bir değerlendirmedir. Her tür ayırımcılık şüphesiz ki tedavisi zor travmalar yaratır, eğitim alanındaki ayırımcılıksa ölümcül travmalar...

***

Bu yazım yukarıda değinilen ölümcül travmalar üzerine değil, Türk Milli Eğitiminde şehir efsanesine dönmüş “geç ve güç öğrenen öğrenciler” konusunda olacaktır.

Merkezde bakanlığın, yerelde bütün okulların bu maddeye dair gerçekçi programları olmalıdır. Ve bu programın uygulanışını Edirne’den Kars’a kadar bütün aileler hissetmelidir, zira öğrenme hakkı en önemli insan haklarından biridir. Bu hakkın belli seviyelerin altında olanlara savsaklanarak sunulması en hafif tabirle etik değildir.

***

Bu konu okullarda belli dönemlerde toplanan “öğretmenler kurulu” toplantılarının klasikleşmiş gündem maddesidir. “Geç ve güç öğrenenlerle ilgili neler yapılmalıdır.”

Bu madde bütün öğretmen kurullarında yıllardan beri tartışılır durur ve ne yazık ki bu tartışmalar sonuç getirici olmaktan çok sorunu ötelemeye dönüktür. Konu adeta kurulların demirbaş sorunu haline dönüşmüştür.

***

Ne merkezde bakanlık görevlileri ne de yereldeki yönetici ve eğiticiler bu konuya dair ciddi yaklaşımlar sergilememişlerdir.

Sabır, emek ve fedakarlık üzerine kurulan eğitim dünyası bu alanda daha köklü, daha ciddi ve daha evrensel arayışlara yönelmelidir. Bu insani bir beklentidir. Hafife almadan kafa yormak, çözümsüzlüğe sığınmamak erdemli eğitimci kimliğinin gereğidir.

Unutulmamalıdır ki geç öğrenmek bir kusur değildir, bir suç hiç değildir. Mevcut bakış açımızı değiştirmediğimiz sürece, her yıl binlerce gencimiz kaybolup gidecek ve belki de hiç hak etmedikleri başka dünyalara savrulacaklardır. İhmal, dışlanmışlık güvensizlik duygusu yaratır ve bu kader değildir.

Türk Milli Eğitimi, onca sorunu arasında bu konuyu hangi önem sırasına alır bilmiyorum, ama bildiğim bir şey var ki “geç öğrenmek hiç öğrenmemekten iyidir.”