Şimdiki çocuklara çocukluğum kadar uzak olduğumdan belki, bilmiyor olabilirim; hâlâ bilmece soruluyor mu? Çocuklar şimdi de o büyülü dünyada “bilme” telaş ve heyecanına kapılıyor mu? Çocukluğumuzda birbirimize bilmece sormak, hem eğlenceli bir oyun hem bir güç gösterisi, karşıdakini şaşırtarak hatta yenerek üstün gelme aracı idi. Bazen bizi oyalamak, sakinleştirmek, bir yandan da düşünme biçimimizi çeşitlendirmek isteyen büyüklerin yönelttiği bilmeceler karşısında yarışma heyecanına kapılırdık. İlk duyduğumuzda bizi hayrete düşüren ve düşündüren, sonra küçük kalp atışlarımızı hızlandıran bilmeceler vardı...

“Şimdi”den ve “bura”dan bakınca bilmecelerin de daha naif olduğu zamanlar varmış gibi geliyor insana. Günümüz insanını hayrete düşürmenin de yolu değişmiş gibi, bilmeceler artık adeta içinde şaka hatta bazen alay barındırıyor.  “Krem sürülmeyen ten hangisidir?”, “bir arabaya dört fil nasıl sığar?” gibi sorular biraz ithal bilmecelerdir de Türkçenin yayıldığı geniş coğrafya, ortak bilmeceleri, o naif soruları uzun yıllar halk hafızasında yine Türkçe, yaşatmaya devam eder.

Birtakım ipuçları ile dilin inceliklerinin, sözün büyüsünün zekice saklandığı bilmeceler, yerini “espri” taşıyan örneklere bırakıyor. “Yarım kaşık, duvara yapışık”, “sıra sıra odalar birbirini kovalar”, “bir küçücük fıçıcık, içi dolu turşucuk”… tekrar edilegelen o eski bilmecelerden…

Bu kadar söz şunun için; Trabzon’a yazılmış bir mektup görünce o engin çağrışım dünyası, çocukluğumuzun bu hatıralarını canlandırıverdi. Çok eski zamanlardan bu kez gülümseten bir ses, zihnimin dehlizlerinden sıyrılıverdi: “İstanbul’da süt pişer, kokusu buraya düşer. Nedir?”

Bazen bir soru bir cevabı, bir cevap bir soruyu getirir; bilmeceler öyledir, mektup da öyle. Uzakları yakın eden; memleketi gurbete, gurbeti memlekete taşıyan mektuplar… Bir kavuşma anını satırlar aracılığı ile bir veda anına çeviren mektuplar… Yakılan, yırtılan, unutulan ya da yıllarca saklanan…

Bir haberleşme aracı, duygu ve düşüncelerin samimi bir şekilde aktarılması için bir imkândır mektup. Halini arz etme ihtiyacını giderir; hayallerin paylaşılmasını, gün gelir maziyi hatırlamayı sağlar.

Bir akademisyen olan Ali Donbay, ta milattan önce on beşinci yüzyıla götürür mektubun tarihini. Mısır firavunlarının diplomatik mektupları ile Hitit krallarının Hattuşa arşivinde bulunan mektuplarıdır bunlar. Mehmet Turgut Berbercan da “Türk Yazı Dilindeki İlk Manzum Mektup Örnekleri” adlı çalışmasında Eski Türklerde hükümdarların yazdırdığı mektup hükmündeki ferman ve emirler için “yarlıg”, kişiler arasında yazılan mektuplar için de “yazı, yazılan şey; yazılı kâğıt, defter, kitap” anlamındaki “bitig” kelimesinin kullanıldığını söyler.  Ben de aynı fikirdeyim; Orhun Abideleri de bir mektuptur Türk Kağan’ı tarafından bin yıllar ötesine yazılan; keza mektubun tarihî bir vesika olduğuna da işaret eden Nutuk da. Fuzuli’nin “Selâm verdüm, rüşvet değildür deyü almadılar.” diye başlayan “Şikâyetname”si de bir mektuptur. Yazarlar, şairler arasındaki mektuplaşmalar da okunmaya değer bir külliyat oluşturur; hemşerilerimiz Sabahattin ve Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun mektupları, “Kardeş Mektupları” adı ile yayımlanmıştır mesela. Dünya edebiyatlarında örneği olduğu gibi bizde de Ahmet Mithat’ın Felsefe-i Zenan’ı, Hüseyin Rahmi’nin Mutallaka’sı, Halide Edib’in Handan’ı mektuplar halinde düzenlenmiş onlarca örnekten bir kaçıdır.

Tam da mektubun hayatımızdan çekildiği; telefon, e-posta ve hatta telefonlar aracılığı ile mesafeleri aşarak yüz yüze görüşür olmayı benimsediğimiz bu günlerde hem de İstanbul’dan gelen bir mektup neler neler hatırlattı? Bu mektupta sözü edilen telefondaki o dost ben olabilir miyim diye düşündüm. Mektubun sahibinin yıllarını geçirdiği bu şehri ve anılarını tekrar hatırlamasının ve karşılık bulmasının vesilesi olabilir miyim? Hatta haliyle halleşebilir, özlemini hafifletebilir miyim dedim. Ben ki rahmetli dedesinin mektubunu yıllar sonra gencecik bir öğrencisi iken kıymetli babası ile okumuş, o hassas insanın gözleri özlemle dolu dolu olurken bir mektubun bir kimlik kartına ve en değerli hatıraya dönüşebilmesindeki o muhteşem ana şahit olmuş biriyim.

Bizim mektuplarımız tarihe mal olmaz, gelecek zamanlara kalmaz, edebî olmaz belki. Ama belki okuyana gelmiş ve geçmiş hatıralarını yaşatır; bugüne ve yarına dair hayallerinin paylaşıldığını, insan olmanın ortak paydasında duyumsatır.

Evet; 7 Şubat 2020 tarihli bu mektup, İstanbul’dan Trabzon’a yazılmış ve ben de Trabzon’dayım.  Özlemlerini anlamlandırmak isteyen bütün güzel yürekler için, içimizi gülümseten unutulmaz anları çoğaltmak için,  anlamı değişmeyen bu yerden cevap vermeyi üstleniyorum.

Merhaba Ayşe.