Ziya Gökalp'in bir “İbiş Dayı” hikâyesi var. Hem kahramanlığı hem de vefayı gönüllere nakşeden bir öykü bu. Öykü bize Barış Pınarı Harekâtı devam ederken kahramanlarımızın da nice hayata dönük bir geride kalmış yaşanmışlıklar bırakmış olabileceğini de hatırlatıyor.

Hikayeyi okuyalım öyleyse:

Köyün en yaşlı, en görgülü ihtiyarı idi. Fakat muhtarı değildi. Tosun’un sıcak, kesik sözlerini dinledikten sonra dedi ki:

— “Oğlum, sende iki yanık gönül var. Biri nişanlı, öteki Osmanlı. Birbiriyle savaşıyorlar. Bu gözü ateşli babayiğitleri aralayıp barıştırmak kolay bir iş değil.”

Tosun içini çekerek nemli bir sesle:

— “ İbiş Dayı, ben sana danışıyorum, göstereceğin yola gideceğim.”

İbiş Dayı başını eğerek düşündü, uzun bir murakabeden sonra:

— “Tosun, senin yüreğinde de gönlündeki kadar yiğitlik var mı?”

— Var babacığım,

— Öyle ise sen Türk’sün (Osmanlı), nişanlı olan gönlünü sustur.

Tosun, bu sözü dindarane bir tevekkülle dinledikten sonra ayağa kalktı, İbiş Dayının elini öptü:

— “Gösterdiğin yol Allah yoludur, gideceğim, dedi ve tüfengini omuzlayarak yürüdü.

Gönüllüleri yollamak için yol başına toplanan irili ufaklı erkek ve kadınlar arasında, karalara burunmuş bir genç kız, mendilini yüzüne tutmuş, gizli gizli ağlıyordu. Bu, Tosun’un nişanlısı idi. Düğünlerine üç gün kalmış iken gönlünün kahramanı, umudunun sultanı olan Tosun, düşman ayağı altında kalan sevgili vatanı kurtarmaya gidiyordu. Ve gitmese, kendisi gönderecekti. Lakin yine ağlıyordu, sinesindeki muhabbet denizinden coşan bu kızgın dalgaları durdurmaya takati yoktu. Tosun’a “ağlamayacağım” diye söz vermiş iken, kendini tutamayarak gözyaşlarına ram olmuştu. Acaba bu ağlayış, vatana karşı bir nankörlük, bir günah mı idi?

Tosun son veda ederken, “Halime, beni kime ısmarlıyorsun?” diye fısıldadı. Tosun “Allaha” dedi.

İbiş Dayı gözlerini siliyordu. Bu sözleri işitmişti.