Soluk soluğa okuyup, son bir haftadır etkisini iliklerime değin hissettiğim; İkinci Paylaşım Savaşı sırasında bir Nazi tecrit kampında deneysel cerrahi operasyonlar yapmak zorunda bırakılan Polonyalı bir doktorun ibretlik öyküsünün anlatıldığı “7 Numaralı Mahkeme” romanı…  her geçen gün şiddetini arttıran toplumsal yozlaşmanın ve kimliksizleşmenin sorgulaması adına, sizler tarafından da okunup, irdelenmesi gerekir düşüncesiyle paylaşıyorum.

Savaşın en kanlı ve iğrenç safhaları içinde sergilenen Yahudi profiliyle, bir insanın can kaygısı, ya da herhangi bir çıkarsama sonucu… zaman içinde,  karşıtına nasıl dönüştüğünün anlaşılmasına ışık tutarken, bir boyutuyla da günümüz İsrail’ini yıllar öncesinden haber vermektedir…

Leon Uris tarafından yazılıp “7 Numaralı Mahkeme” adıyla Türkçeye çevrilen ve içeriği günümüzde de güncelliğini koruyan ilginç, ilginç olduğu kadar da yürek parçalayan romanda;

Doktor, bir gaz odasında boğulmak ya da, genç kız ve erkekleri hadım etmek arasında bir seçime zorlanmaktadır. Sonunda ölüm korkusu Hipokrat’ın kutsal yemininden baskın çıkar! Ve doktor insan kasaplığı yapmaya boyun eğerek işbaşı yapar!

Oysa, yeryüzünde eksiksiz her hekimin ve diğer iyileştiricilerin, mesleklerini hangi koşul altında olunursa olunsun, onurla uygulayacaklarına dair tarih boyunca ettikleri Hipokrat’ın ünlü yeminine göre, bir doktor;

“kötülükten, düzenbazlıktan uzak kalacak, özgür, tutsak, kadın, erkek ayırımı yapmaksızın, yardım elini herkese uzatacaktır.”

İnsanoğlunun yaşamında, her zaman ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kalmasa da, insan olarak dakikaları vardır. Günü gelir seçimini yapar -  Aşar ya da tökezlenir!.. Tutumuna göre de bir yerde – İster mahkemelerde ister vicdanında, kaçınılmaz hesabını verir.

Yeminini ötelemiş, eğitimli bir hekimin vicdanında Hipokrat Andı araçsallaştığında, diğer kurumların bunun dışında kalması düşünülemez bile!

1950’li yıllarda Cezayirlilerin Fransızlara karşı sürdürdükleri bağımsızlık savaşı sırasında, sadist Fransız paraşütçüleri Cezayirli kızların içlerinde boş içki şişeleri kırarlarken!.. basınımız  ve radyolarımızda, Cezayirli direnişçilerin adı, Fransız askeri bildirilerine uyumlanarak, “haydutlar- eşkıyalar- isyancılar” diye geçiyordu…

O günlerde, Birleşmiş Milletlerde; Cezayir sorununa ilişkin yapılan görüşme ve oylamalarda, Türkiye’nin resmi oyu, ya da tutumu katliama tabi tutulmuş Cezayir halkının yanında değil de, sömürgeci Fransa’nın yanında olurdu.

Geçmişiyle övünüp, ama o geçmişin hangi bedeller üzerinden temellendiğinin ayırdında olmayan ters köşe uyutulmuş güruh! Bilmiyordu ki; söz konusu topraklar için bir zamanlar Mustafa Kemal dahil yüzlerce serdengeçti Türk Subayı; Üniformalarını çıkartıp, türlü badireler atlatarak işgale direnen halkın safında ölümüne savaşmışlardır.

O Türkiye ki, Ulusal Kurtuluş Savaşı yıllarından bu yaa, Asya’dan Afrika’ya, Cezayirliler dahil tüm Mazlum Milletlerin bağımsızlık mücadelelerinin, kuşaklar boyu, umut, övünç ve esin kaynağı olmuştu…

Ama, “unutkanlıkla sabıkalı” kararmış vicdanlılar dur, durak bilmiyorlardı. Ardından Vietnam konusunda aynı tavır sürdürüldü… 1963’ün Noel’inde Kıbrıs’ta Türklere yöneltilen katliamın acısını dünyaya anlatmaya çabalarken, diğer yandan, Vietnam’da – sözüm ona demokrasi adına Amerika’nın kuyruğuna takılıp!.. ülkelerini savunan insanların boğazlanmalarına seyirci kaldık. Bunu aynı siyasi ekole sahip siyasetçi eliyle, Atatürk’ün “Vatan Savunması hariç Savaş Cinayettir” uyarısına rağmen Fas, Tunus, Mısır, Libya gibi farklı coğrafyalarda sürekli tekrarladık…

Şimdilerde, komşumuz Irak’ın işgalinde katledilen Bir buçuk Milyon kadın ve çocuğun acısı unutulmamışken bir diğer komşumuza Suriye’ye yapılmakta olan emperyalist saldırıya kayıtsız kalmanın hiçbir insani izahı olmamakla birlikte, (salhane önünde sırasını bekleyen koyun misali) sıranın ne zaman kendisine geleceğini beklemek aymazlığından başka bir anlamı olabilir mi?

Uluslararası ölçekte, Amerika’nın prestiji korunacak ve Tramp’ın, politik hesapları gerçekleşecek… içte, dizginlenemeyen iktidar hırsı yatışacak diye; bugüne değin dökülen bunca kana, verilen kurbana, çekilen acıya değer miydi?

Kuşkusuz bu soruya, eskilerin deyimi ile, “gaye vasıtayı meşru kılar!” yaklaşımı içinde yanıtlayacaklar olacaktır. Fakat, amaç diye yontula yontula ortada kalanla Türkiye’yi düşman ülke ilan eden –Tramp ve yardakçıları dahil, Türkiye için hayırlı rüya görmeyen hangi nasipsiz! başını yastığa dayadığında vicdanının sesini bastırabilecektir?

Oysa, “Temiz bir vicdandan daha yumuşak bir yastık yoktur.

Baskın seçim kıvamında!.. Baskın güneşli, aydınlık bir hafta sonu dileklerimle.