Bir ülkenin en değerli hazinesi, yurttaşlık erincine ulaşmış insanları ve doğal kaynaklarıdır.

Ama ne yaman çelişkidir ki bizim insanımızın kahir bir çoğunluğu çevresinde, hem de en yakınında olup bitenler karşısında ödün vermez sessizliğini koruyor halen!

Yaşam standardını sıfırlayacak, soluk borularını kesecek, doğayla arasına aşılmaz duvarlar örecek… tehlikeler karşısında kayıtsız kalıp, kendisine bu kötülüğü reva görenlere ders yerine, onay vermekte bir beis görmüyor!

Benzeri duyarsızlıkların bilimsel çözümlemeleri Kesintisiz Korku halini  işaret etse de, korkmak yeryüzünde herkesin yaşadığı bir insanlık durumudur. Ancak korkunun normal boyutlarını aşıp bir hastalık haline dönüşmesi de çağımızda sık rastlanan tedavisi zor insanlık durumlarından biri olduğu unutulmamalıdır.

Psikolojide korkular… panik atak, fobi ve depresyon sonucu oluşan Paranoya olarak sınıflandırılıyor. Ancak şimdilerde bu klasik korku türlerine  “kesintisiz korku hali”  denilen bir yenisi daha eklenmiş durumda ki; Bu da bize dünyanın hızı karşısında kendisinin dışlandığını hisseden insanın korku halini dayatıyor umarsız…

Çok ötelere ve derin çözümlemelere gitmeye gerek yok. Bir on yıl öncesini düşünün, dünyada her şey bu denli hızla değişmiyordu. Her şeyi salt tüketmeyip aynı zamanda sindirmeye çalışıyorduk da. Yaptığımız her şeyin bir gerekçesi vardı  ve aidiyet duygusu henüz bizi terk ermemişti!..

Seviyeli bir biçimde tartışabiliyorduk, sorularımız ve yanıtlarımız vardı. Vatan- Namus- Ahde vefa gibi kavramların kendimiz için ne ifade ettiğini çözmeye çalışıyorduk. Kendi içimizdeki iyilik ve kötülüğü bulup, eyleme geçmek için vaktimiz vardı. Kapımızın önünden başlayarak, mahallemize, sokağımıza, yaşadığımız kente, atalardan yadigar topraklara… birlikte ağlayıp birlikte güldüğümüz insanımıza dair sorumluluklarımız vardı.

Oysa günümüzde ayaklarımızın altındaki zemin dahil her bir şey ışık hızıyla  kayıyor!..  Bu hız, bu değişik temponun sonucu; Dizginlenmeyen hırsları ve doruklayan kinleriyle, doğa talanını öncelleyen kadroların! Kolaylaştırıcılığına soyunmuş sözde bilim insanlarının da yönlendirmesiyle öyle bir toplum oluşturuldu ki;

-Kıyılar betonlaşıp, denizin çocuklarının denizle buluşması engellenirken,

-Denizlerinde hayat tüketilirken,

-Ormanları yakılıp, yıkılıp yok edilirken,

-Havası ve doğal su kaynakları kirletilip, kurutulurken,

-Atalardan emanet yayla ve meralar, işgalciler bahane edilerek geleneksel yaylacılardan arındırılırken! Hiçbir şey olmamışçasına oturup salt seyrediyor. Seyretmesi de bir yana , hiçte uzak olmayan ölümcül doğa felaketleri karşısında  kılını dahi kıpırdatmayan sorumluları baş tacı yapıyor…

-Hani kendisini kesmek için havaya kalkan baltaya ; Ne yapayım ki, sapın benden! Diye ağacın seslenişi gibi ironi yüklü bir durum bizimkisi!...

Oysa, kent’e ve doğaya karşı öncelikli hedef; bir avuç fırsatçının çıkarı değil, kamunun ortak faydası esas alınmalıdır. Kente dair planlamalar, kentte yaşayan insanların oluşturduğu yerel örgütlenmeler, ilgili meslek odaları, üniversitelerin ilgili fakültelerindeki akademisyenler, yerel yönetimler, merkezi yönetimlerin konuya ilişkin uzmanlarının katılımıyla oluşturulmalı…

Bilim, teknoloji ve Hukukun üstünlüğü esas alınıp, her tür denetime açık olmalıdır.

Güzel bir hafta sonu dileklerimle.