Kentin belleği - kimliği; sokaklarda, caddelerde, sanat değeri taşıyan yada taşımayan binalarda, kısaca oralarda bir yerlerdedir. Attığınız adımlar, baktığınız yönler sizi bu tarihin içine çeker, şayet korunmuşsa.

Roma’yı, Petesburg’u, Moskova’yı, Viyana’yı....vb. lerini gördükçe, vay be kentin belleği ne kadarda canlı diye mırıldanırsınız. En yeni binanın en fezla yüzyıllık olduğunu duymak inandırıcı gelmese de durum budur ve bu kentlerin baskın imgesi, sizi kente saygı duymaya zorlar.

Bu kentler neredeyse bir “müze kent” görünümündedir. Kent müzesi, sanat müzesi, eğitim müzesi, müzik müzesi, oyuncak müzesi, demokrasi müzesi... ve bunun gibiler kenti canlı tarih haline getirmiştir. Ve bu tarih gezginlere sunularak çoktan katma değere dönüştürülmüştür bile.

Biz ne yazık ki bu tür korumalar yapamadık. Kentlerimizdeki eski binaları, sokak ve caddeleri, hatta köprüleri yıktıkça gelişme yaşayacağımız yanlışına düştük. Bu hastalıklı yaklaşımımız kentlerimizin belleğini-kimliğini yok etti ve onları aynılaştırdı.

Gezginler, Türkiye’de farklı iklim ve bitki örtüsüyle karşılaşmayacak olsa, kent değiştirdiklerinin farkına bile varamayabilirler.

Zira Anadolu bir baştan bir başa betonlaştırılarak aynılaştırılmışmış kentlerle dolu. Ne yazık ki Anadolu, zenginliği giderek daralan bir coğrafya haline geldi.

Trabzon’da bu kaderi yaşayarak diğerleri ile aynılaştı, hatta betonlaşma yarışmasını en önde götürenlerden biri oldu. Beşirli, Çukurçayır derken Kaşüstü de yok edildi.

Üstelik geçmişlerini köşede bucakta yaşatan en küçük iz bırakmadan. Derken ilçeler de sürece eklendi, Akçaabat, Yomra, Araklı, Beşikdüzü ve diğerleri.

Kendini koruma tutumu sergileyen bir ilçemiz yok gibi. Belki bir parça Sürmene bu çılgın dalganın dışında kalmış gibi.

Kentin dokusuna sahip çıkmak; camisine, köprüsüne, yoluna, çeşmesine, manastırına, eğitim kurumlarına... ve benzeri mirasına sahip çıkmakla olur. İşlevsiz olanları canlandırmak, topluma ve geleceğe kazandırmakla olur.

Burada izlenecek yol dünya görüşümüzden bağımsız olmalı; ilgi çeken bir kent yaratma gayreti, tarihle, doğayla ve evrensel değerlerle barışık bir tutum almayı gerektirir.

Trabzon, yukarıda örnek verdiğimiz kentlerle benzer özelliğe sahipti, ancak korunamadı. Antik çağlardan, koloni çağına, Komnen sürecinden Osmanlıya asırların mirasına sahip olan bu kentte, bir açık hava müzesi yaratma fırsatı vardı.

Artık çok geç; derler ya, “ Ölmüşüz de ağlayanımız yok.”

İlk gençlik yıllarımda kısmen farkına varmaya başladığım “kimlikli Trabzon” kentinin, derinliğini yeterince yaşayamadan elimizden uçup gitti.

Keşke bu alanda bir geri dönüşüm projesi yapılabilse.

Söz gelimi; Tonya’yı tarım, hayvancılık ve turizm müzesi, Akçaabat’ı Ortamahalle müzesi, Beşikdüzü’nü eğitim müzesi ve şehir merkezinin tarihini öne çıkartma çalışmalarını geliştirilerek tarihi açık hava müzesi haline getirmek gibi, geri dönüşüm hamleleri...

Bu anlamda gerçekleştirilen Araklı Kalecik projesi bir örnek olsun ve devamı gelsin. Dilerim...