Doğa karşısında çoğu kez güçsüz ve yetersiz kalan insanoğlu derin korkular ve güvensizlik duyguları içinde kendini koruyabilmek, rahatlatabilmek için, evrimsel olarak kazanılmış güç ve yeteneklerini bu güne değin kullanagelmiştir…

Doğa karşısında gizil-güçlerini kullanıp ta sonuçta yetersiz kalan ilkel insan; olağanüstü güçlerin varlığına inanarak kavrayamadığı bir olguyu açıklama, aydınlatma ve kendini bu musibetten koruma yolları aramıştır. Kaynağını bilmediği hastalıkları, doğal afetleri kendi gücü ve yetenekleriyle yenemeyince, bunların oluş biçimlerine ve bunlardan nasıl kurtulacağına ilişkin, günümüze kadar yansıyan inanç, kavram ve doğmalar geliştirmiştir.

İlkel insanın, kaynağı ve nedenini bilmediği felaketler karşısında, olayı olağanüstü güçlere yorumlayıp kendisini rahatlatması… bulunduğu çağa göre anlaşılır olsa da 21.yüzyılda neden ve niçin leri çok somut olay ve olgular karşısında aklını başına devşirmeyip!, sonu travmaya varan kesintisiz bir korku halini yeğlemek neyin nesi oluyor?..

Salgın bulaşıcı hastalıkların bütün bir toplumu derinden etkileyebileceği eskiden beri bilinmektedir… Fakat bir toplumun tümünün ya da oldukça büyük bir kesiminin ruh sağlığında yaygın bozukluk olabileceği konusunda yeterli bilimsel bilginin olduğu söylenemez.

Ancak şimdilerde kimi örnekler, büyük kitlesel çılgınlıkların olabileceğini konusunda ziyadesiyle düşündürücü belirtiler de taşımıyor değil! Büyük bir değerler yozlaşması;

-Kuralsızlık,

-Belirsizlik,

-Duyarsızlık,

-Çıkarcılık,

- Üretmeden tüketme…

Toplumun kahir çoğunluğunu kuşatmış görünüyor. Ve sanki büyülenmiş bir toplum gün boyu saatlerce renkli camın karşısında, kültüre, estetiğe, aydın ve demokratik bir toplum olmaya hiçbir katkısı olmayan (kimin eli kimin cebinde) programları, saçma sapan sunucuları, uçuk-kaçık konukları … merakla, şaşkın, kızarak, üzülerek umarsız sadece izliyor. Artık kimdir hasta olan bilinmiyor?

Oysa,  izleyiciler ve program yapımcıları dahil, bu ülkenin aydınları, politikacıları ve tüm yönetim eliti şöyle bir durup, biz bu çılgınlığın neresindeyiz diye sorup bu cinnet halini sonlandırmaları, doğruya ulaşma adına ne de anlamlı olurdu.

Eski bir Cin söylencesine göre kahinler günün birinde imparatoru uyarıp;  Öyle biri yağmur yağacak ki, Sarı ırmağın sularından içen her kes delirecek.

Bu uyarı üzerine imparator aklını korumak amacıyla sarayın bütün sarnıçlarını, kaplarını su ile doldurtmuş…. Ve beklenen gün geldiğinde zehirli yağmurdan etkilenen Sarı ırmağın sularından her içen, giderek bütün toplum çıldırmış. Sonunda, çıldırmayan salt imparatorun kendisi kalmış.

Bir çıldıranlar dünyasında yapayalnızlığını, yabancılığını, çaresizliğini  görünce, o da çareyi ırmağın sularından içerek delirmekte  bulmuş!..

Ne mutlu bize ki… akla, sağduyuya, bağımsızlığa, özgürlüğe ve uygarlığa inanan bir büyük önder; Yüzlerce yıl aç-açık ve cahil bırakılmış… büyük yenilgilerin ardından sömürgeliğin ve köleliğin sınırına gelip ümidini tüketmiş bu toplumu çıkmazlardan kurtarıp… Ülkeyi kuşatan karanlıkla amansız bir savaşım sonucunda, halkıyla birlikte aydınlanma devrimini başlatmış.

Sağduyunun, aklın, bilimin ırmağından içiniz…

Kendinizi akıl dışı, bilim dışı inançların zehirlediği ırmaklardan sakınınız diye bilge ce uyaran bir büyük önderin ardılı olmak en büyük övünç kaynağımız olmalıdır.

Büyük Atatürk’ün gösterdiği yoldan, işaret ettiği hedeflere… bıkmadan, usanmadan yürümek en büyük onurdur…