“Hüzün ki en çok yakışandır bize/belki de en çok anladığımız” diyeli şair [Hilmi Yavuz] ve bu, mısra-i berceste olalı içimde bir ses itiraz ediyordu. Bu bir ruh halidir diyor ve diğerini tercih etmeli, edebilmeli insan diye düşünüyordum; Müslümanların hayatı korku ile ümit arasında [beyne’l-havf ve’r-recâ] yaşamasına dair öngörüde olduğu gibi.

İbni Sina’nın Risale fi - Mahiyyeti’l-Hüzn [Risale Fi’l-Hüzn] adlı eseri, başlı başına bu insanlık halinin ifadesine yöneliktir. Hüzün nedir, insanda bu duygunun kaynağı ve yansımaları nelerdir gibi sorular tartışılır eserde. Bunun gibi İbni Sina’dan önce ve sonra da farklı âlimler, filozoflar hüznü insana dair iç duyguların dışa yansıması olarak yıllarca ele almış. Tedavi edilebilir ruhsal bir rahatsızlık olarak da tanımlamışlar. İbni Sina, Kitâbu’n- Nefs adlı eserinde de “Her ruh bir istidat üzere yaratılmıştır; kimi hüzne meyyal olur kimi sevince.” der ya; ben de “sevinç yakışmalı bize” diyordum. Sonra zaman gösterdi ki dünya buna her zaman ve hatta çok zaman uygun bir yer değil.

Çünkü...

Hüzün, çok insani bir duygu elbette ve çok eski. Havva ile Âdem midir asıl sebep; ilk onların yüreğine mi düşmüştür, bilinmez. Ama Yakup peygamberin evladı Yusuf’un kaybının ardından gözleri kör oluncaya kadar ağladığı; kendisine sazdan kamıştan bir kulübe yapıp orada acısını çektiği anlatılır. Bu kulübenin adı “kulbe-i ahzen, beytü’lhazen” dir. Diyelim ki, hüzün kulübesi yahut evi.

O zamandan beri dünya bir kulbe-i ahzen... Yakup peygamberin sazdan kamıştan hüzün kulübesi, sanki dünyanın ta kendisi. Acaba Yakup peygamber mi ağladıkça ağlanır kılmıştır bu dünyayı, Hilmi Yavuz’un mısraları mı yaşadığımız bu kulbe-i ahzende hüznü kendimize bir de yakıştırmamıza vesile olmuştur? Oysa bu ruh halini benimsemenin ötesine geçilecek bir gerçek dünya daha var. Hüzne yol açan “sevilenin kaybı”nı henüz yaşamayanların sorumlu olduğu bir dünya...

Öyleyse...

İnsanlar arasındaki ilk katl olarak tarihe geçen Habil ile Kabil’den devraldığımız o korkunç eylemin, “kardeş katli”nin ürünü hüzünleri, kendimize yakıştırmak zorunda değiliz. Hüznün bizi girdabına çekmeyeceği bir yer olmalı; çocukları ceketsiz bırakmamanın yollarını bulmalıyız. Hüznün kapısını çaldığı kalpler kâh babasız ceketsiz, kâh annesiz sevgisiz, kâh aç, kâh hasta... Bayrağı yarıya inmiş evler birer kulbe-i ahzen... Biz asıl Kabilleri durdurabilmeliyiz ki babalar çocuklara ceket alabilsin. Zira hepimizi bekleyen bir gün var ki korku ile ümit arasında olmamızı gerektiriyor. “O gün, bazı yüzler ağarır, bazı yüzler de kararır.”

O sebepten bu sözün karşılığı dilimizde “Üzülme!”