Yüreğince, özgürce anı yaşamak“burada ve şimdi olmak” demektir… Şu an bize sahip olduğumuz ve seçtiğimiz tüm olanakları sunar. Şu anın etkisi o denli güçlüdür ki, seçkilerimizle geleceğimizi değiştirebilirken diğer yandan geçmişi unutabilir veya ona nice anlamlar katabiliriz.

                Geçmişi düşünmek, geçmişe takılı kalmak kolaycı bir konumlama olsa da; ne yaparsak yapalım geçmişi asla değiştiremeyiz. Bir insanın geleceğe ilişkin ütopya kurgulayıp hedeflemesi de kolaydır; Planlamak, tahminlerde bulunmak… Çoğu kez bu ikili sarkaç arasında gelir-gider düşüncelerimiz.

               -Gelecek bilinmeyen midir, yoksa geçmişte biriktirdiklerimiz mi?

               Acele ile “bilinmeyendir” seçeneğine odaklanmadan düşünün bir;

              Geçmişteki yapıp-ettiklerimiz gelecekteki seçimlerimizi etkileyip, tercihlerimizin biricik belirleyeni olmaz mı? Bu bağlamda değerlendirdiğimizde geçmişimizde biriktirdiklerimiz geleceğimizin itirazsız şekillendiricisidir…

                Varlıklarıyla gönenip, etkileşim içinde olduğumuz kişiler ve geçmişten gelen tüm birliktelikler geçmişimizde var olanlar olup, sonuçta gelecek; hepsi ile tümleşen olacaktır. Geleceğin oluşu, geçmişin süregelişidir!..

              -Bu gerçeklikten hareketle geçmişi gelecekten kopartmak olası mıdır?

              Kuşkusuz ne olacağı konusunda kestirimde bulunamıyoruz ama olacak olanı pekala etkileyebiliyoruz. Zira; kendimiz, yaşamımız, geçmişimiz, biriktirdiklerimiz geleceğimizin verileridirler ve yaşayan her insan “kalan” la “gelen” arasında bir yerdedir!

             “Kalan”, toplumun geleneksel değer yargılarıdır. Yılların korkularından, tabularından, acılarından, kırgınlıklarından, özlemlerinden süzülüp… Yaşanarak, duyumsanarak, birbirine eklemlenerek alışkanlıklar, örf ve adetler, kurallar dizgesi haline gelmiştir. Bu kurallar dizgesi ki, kendisine uyumlanan her insanın toplumsal kabul görmesinin kolaylaştırıcısı olup! Onlara güvenlikli bir ortamda bulunduklarını hissettirmiştir.

             Böyle yaşamış, böyle olmanın doğru olduğuna inanmış, kabullenmişlerdir. Çoğu kez bir şeylerin ters gittiğini hissetseler de tartışmaktan kaçınmışlar, “biz atadan böyle gördük” diyerek, “bizde işler böyle yürür” yanılsamasına sarmal, sonuçta işi kader’e yorarak kabullenmişlerdir.

           Sakın bütün bunları “önemsiz, bir kenara atılabilir”  sanmayın. Göründüklerinden çok daha derin, çok daha canlıdırlar. Bilincimizden öte bilinçaltımızda yaşarlar ve bizi sandığımızdan daha çok etkilerler.

           Ve bütün zamanlarda “kalan” a yakın olanlar “gelen” den hep rahatsız olup, korkarlar!

           “Gelen”, toplumsal değer yargılarının donmuşluğuna karşı gelişen “değişim” dir. “gelen” toplumsal kabulleri benimsemez ve sorgular; “neden böyle?”, “bu da nerden çıktı?”… Bununla da yetinmez ve eleştirir; “Bu saçmalıkları neden kabul edecekmişim?”, “Ben neden bu kurallara uymak zorunda olayım ki?”, “böyle düşünmediğim halde neden istemediğimi yapmak zorunda bırakılıyorum ki?..”

           Kimi zaman, “gelen”, burada kalır ve daha öteye gidemez. Kimi zamansa daha da öteye gider ve doğru bildiğini yapar. Bu, artık sınırların aşılmasıdır. Yaşam diyalektiği böyle tanımlar.

           Daha önceki kuşaklar, itirazlarıyla da olsa “kalan” a yakındırlar.

           Genç kuşaklar ise, statüko egemen bir ortamın tüm baskılamalarına karşın “gelen” e yakın…

           Kuşaklararası çatışma da “kalanla – gelen arasındaki çatışma” dır.

           Baba; “dediğimi itirazsız yerine getireceksin…” diye buyurur,

            Evlat; “ben doğru bildiğimce uygulayacağım…” diye diretir.

            Çatışma başlamıştır ve sürecektir…

            Değişime hazır olmayanlar kaybetmeye yargılıdırlar… Zira gökkuşakları, yalnızca fırtınalar ile birlikte gelir… ve biz bu anı yaşamak adına yağmurun altında sırılsıklam olmayı göze alabilmeliyiz dostlarım.