Kaya gazı gibi birden tutuşan bir karakteri vardı. "Neme lazım" deme onun kitabında yazmazdı. Etrafında milleti ilgilendiren bir mevzu varsa teklifsiz o konuya dalardı. Milletin menfaatleri istikametinde konunun evrilmesine gayret ederdi.

Yani vazifeye atılmak için diş sıkmaz diş kıran olmayı yeğlerdi. Gerçekten demir leblebi gibi çetin ve pekti.

Van'da üniversite tahsili yaptığı zamandan tanırım onu. Öyle uzun boylu biri değildi ama ilk görenler bir heybeti olduğunu düşünürdü.

1991 yıllarıydı. Bölücü terör iyice azgınlaşmış, Amerika'nın Irak'ı işgaliyle oluşan kaostan bayağı nemalanmıştı PKK. Hatta Van sokaklarında alenen yürüyüşler yapılıyor, cam çerçeve demeden şehirde bir tedhiş olayı yaşanıyordu. Sokak satıcılarının gezici tezgahlarından sesi iyi kötü demeden önüne gelenin doldurduğu Kürtçe kasetler bir melodi kakafonisi oluşturuyordu.

Manzara bu minvaldeyken bir çay ocağında rastladım ona. Çay ocağının sahibi bir Kürt baba oğluna bizim de duyacağımız tonda "Andımızı" oku dedi. O sevimli Kürt çocuğu "Kürdüm, doğruyum, çalışkanım yasam Apo'nun yasalarını korumak..." diye devam etti. Ben Erzurumlu bir arkadaşla oturuyordum. Ben ve arkadaşım çocukları mevzuya alet eden bu tiyatroyu görünce kıyam ettik, paramızı ödedik çıkmak üzereyiz. Onlar da iki kişiydiler, henüz çaylarından bir yudum ya almışlar ya da almamışlardı. Başka masalarda yerli halktan bir sürü insan vardı. Kalktı çay işletmecisi o babaya

"Bu memleket Türk memleketi, bu toprak bize atalarımızdan intikal eden topraklar, zaten sizden değil Rumlardan aldığımız yerler. Çocuğa bir bebek katilinin ismini sayıklatıyorsun. Yazıklar olsun!" dedi. İnanın karşı taraftan ve oturanlardan tek kelam karşılık verilmedi.

Biz de çıktık, onlar da çıktı mekandan.

Cesaretiyle silüetini gönlüme yazan bu öğrenciyle daha sonra okulda karşılaştım. Ben Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde o ise Veterinerlik Fakültesi'nde okuyordu. Merhaba deyip o mevzi olayı hatırlattım. Güldü "Ben Trabzonlu Sinan" dedi. O gün dev gibi görünen bu delikanlı aslında bir yetmiş boyunda karayağız bir delikanlıydı. Konuştukça anladım ki doğruyu tutup kaldırmak için kelle vermeye namzet bir yiğitti. İyi arkadaş olduk. O şahsiyetsiz babanın da mekanına defalarca gittik, oturduk, çay da içtik. İt gibi çekinen bu ırkçı baba, Sinan'da öğrencilikten daha büyük görevler varmış gibi resesif bir davranış içinde oldu hep.

O gün Ankara'da iktidarda bir Sinan olsaydı bugün bizim Kürt bölücülüğü diye bir derdimiz olmazdı. Belki bugün yine iktidarda Sinan yok ama en azından Soylu bir Süleyman var. Çok şükür diyelim.

O Sinan'ı yıllar sonra dün gece Uzunsokak'ta gördüm. İstanbul'da işini yapıyormuş. Yine aynı cevvallik yine aynı aculluk üstünde. Bir cafede oturduk, eski günleri yadettik. Çok aydın bir tekamülle üstüne koymuş. "O yaptığını yine yapar mısın" dediğimde "İstanbul'da benzer vakalar başıma çok geldi. Ben vatan ve beka meselesi olunca tedavi ettiğim hayvanlardan daha saldırgan oluyorum. Yani bu mevzuda

'Yırtarım dağları enginlere sığmam taşarım' bunu biliyorsun" diyor.

Anladım Sinan'ı sınamak olmaz. Memlekete daha sık gelirse çok daha iyi eder. Yine bekleriz.