İnsanlığın onca zorlu ve soylu mücadeleler sonrası ulaşabildiği, temelleri 1789 Fransız Devrimiyle atılan ve İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi ile tanımlanıp, uygulayıcı ülkelerin Anayasa ve yasalarda somutlaştırılan Hukuk Devleti kavramı;

İçselleştirilip uygulandığı iklimlerde bizdeki gibi çelişkileri değil… ayrımsız   tüm yurttaşların, kendilerini hukuki güvence içinde hissettikleri,  devletin eylem ve işlemlerinin hukuk kurallarına bağlı olduğu; Yönetilenlere hukuksal güvenceler sağlayan, Yönetilenlerin temel hak ve özgürlüklerini güvence altına alan devleti tarifler…

Ama gelin görün ki, güç zehirlenmesiyle malül! yönetim bürokrasisi eliyle, gözümüze soka soka, defalarca ikaz edilmiştir ki… Anayasasında ne kadar Hukuk Devleti vurgusu yapılırsa yapılsın. O devletin yurttaşları kendilerine ait olana canı pahasına sahip çıkmadıkça, gerçek bir hukuk devletine ulaşılması çok uzak bir ihtimaldir.

Yani sakınıp sahiplenmeyince hukuk devleti, Anayasalarda yazılı olan bir öngörü, ulaşılması kaf dağından öte, bir nihayi hedef olarak kalacaktır!

Oysa hukuk devleti, her istediğini keyfince yapamayan, kendini hukukla sınırlayan gerçek devlet adamları eliyle yüceltilir…

Orada, unvanı ve işlevi ne olursa olsun, hiçbir kişi ve kurum kendini hukukun dışında ve üstünde göremez…

Tüm sorunların hukukla çözümlendiği, son sözü hukukun söylediği devlet anlayışının adıdır hukuk devleti.

Hukuk devletinin Olmaz ise olmazlarından olan Yargısal Denetim bizim hukukumuzda ancak yazılı metinlerde karşılık bulabilmiş; Kararlarına siyasal elit ve yerel mahkemeler uymuyor olsalar da. Yasama bağlamında yargı denetimi için Anayasa Mahkemesi kurulup, kendisine Denetim yetkisi verilmiştir!

İdari denetimi ise Anayasanın 125.maddesi ile belirlemiş ve “idarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolunun açık olduğu…” vurgulanmış olsa da, uygulamada hukukun arkasına dolanarak bazı işlemlerin yargı denetimi kısıtlanmıştır. Örneğin 2010 yılına değin HSYK kararlarına yargı yolu kapalı iken 2010 Anayasa değişikliği ile bu kural değişerek, kararlara meslekten ihraç kararları bağlamında yargı denetimi getirilmiştir.

Yine bazı durumlarda (paşa gönüllüler istediğinde!) idari noktada yargı denetimi bulunmamaktadır. Örneklersek; Sıkıyönetim kanununda, Sıkıyönetim halinde, Sıkıyönetim komutanının yetkileri dahilinde yaptığı idari işlemlere iptal davası açılamayacağı (hem de sözüm ona sivil siyasetçiler eliyle, kendini demokrasi diye tarifleyen bir süreçte) kararlaştırılıp, KHK larla, devlet yönetmek marifet sanılmaktadır.

Halbuki, baskıya, zora, zorbalığa dayanan antidemokratik bir yönetim tarzıyla, biçimsel düzenlemelerin uygulandığı “kanun devleti” garabetini reddedip, şeffaflığı öngören…

Hukukun üstünlüğü ve Yargının bağımsızlığı ilkelerini varlık nedeni bilen bir devlet kavrayışıdır hukuk devleti.

Özetle… özgürce hak aramanın, savunmanın kutsallığını savunur.Yönetenlerin sorumsuzluk şalından arınıp! hesap verebilirliğin öne çıkarıldığı,  demokratik işlerliğin tüm devlet kurumlarında karşılık bulduğu, adalet talebinde bulunan evlatlarına titreyen bir elle Adalet Dağıtan Adil ve insalcıl bir yönetim biçimidir.

Baskıcı değil demokratik, çağın gereklerini doyumsayan yanıyla da sosyaldir.

Günümüz koşullarında ise Hukuk vurgusu kendinden menkul devlet algılamalarıyla gereksiz, hatta daha ötesi kaygı verici istek ve uygulamalar öne çıkartılırken… insana, devlete ve hayata dair yaşamsal öneme haiz talepler bilinçli bir şekilde yok hükmünde sayılıp, yüzyıllık devlet geleneğinde onarılmaz yaralar açılmaktadır.

Yıllarca eş durumundan tayin bekleyen binlerce parçalanmış aileyi, hasta ve bakıma muhtaç ebeveynlerinden kopartılmış evlatları görmezden gelip… yeni atanmış bir önemli şahsiyetin! Görev yerine gitmesine bile gerek görmeden “Özür” beyanını kabul edip, ödül olarak ta iki kademe terfien Yargıtay’a atamasının yapılması Hukuk Devletinin terazisini denkleştirmez! Hakime kızımızın görev özrünü kabul edip ödüllendiren hukuk devletinin uygulayıcıları, bakalım hak gaspına uğramış mağdur ailelere ne zaman hak ettikleri özrü iade edeceklerdir?

Bazen kuşkular, korkulu rüyalara sebep olabiliyor… Korkulu rüyalar da ister istemez yaşamı etkileyip korkuyu besleyebiliyor…

Korkuyu,  yönetmenin sayrılı bir aracı haline getirip, baskıcı bir yaşam tarzına dönüştürmek isteyenler yaptıklarını Demokrasinin Gereği olarak gösterip, bir de pazarlamaya başlamışsalar, işte o vakit toplumun ayağının altındaki toprak kayıyor demektir!

“Kaç cemre düşmeli yüreklere?

Kaç bahar geçmeli,

Kaç yağmur ıslatmalı arınmak için.

Kaç menekşe boyun bükmeli yaralarımın üstünden?”

Nereniz acıyorsa canınızı orada hissedersiniz ve bu yadsınmaz bir insani reflekstir. Bu aralar kendilerini demokrat olarak pazarlayan şekli demokrasiye odaklanmış bazı düşünme engellilerin canı fena halde yanıyor.  Saldırganlıklarını ben buna yoruyorum.

Üfleyeyim de geçsin diyeceğim ama ağrıyan yerlerini mahrem deyip sakınıyorlar!