1965–1975 yılları arasında Anadolu’da tam bir kum fırtınası esiyordu. Göz gözü görmüyordu. Öyle bir fırtına ki; kırılmadık dal, koparmadık filiz bırakmamıştı. Nerede saygın bir öğretmen, isim yapmış bir yönetici varsa, uyduruk bir soruşturma sonucu Doğu’ya ışınlanıyordu. İlk piyango bana vurdu.

Soygunname adlı tiyatro eseri yazdığım, sahnelediğim ve Karadeniz bölgesinde turneye çıktığım için Ağrı – Eleşkirt’e sürüldüm. Olay medyaya taşınınca bir anda popüler bir insan olmuştum. Eleşkirt’te önce insanların sevgisini kazandım, sonra aynı etkinliklere devam ettim. Sene sonunda “Veda Gece’sinde Soygunname’yi de sahnelemek istedim. Vali beyin huzurunda:” Ben bu eser için buraya sürüldüm. İyiki de sürülmüşüm. Yoksa sizin gibi bir valiyi tanıma şansım olmayacaktı” dedim. Vali bey: Böyle güzel konuşan öğretmene hayır diyemem” dedi. Büyük bir hazırlık içine girdik.

Tiyatrodaki olay Doğuda yaşandığı için, o dili konuşacak oyuncu bulmakta zorlanmadım. Her şey dört dörtlüktü. İlk kez bir lisede böyle iddialı bir tiyatro oynanacaktı. Biletler paralı mı, parasız mı olsun tartışması yaşandı. Sembolik bir fiyatla paralı olmasına karar verdik. Bu kez böyle bir salonu nerede bulabiliriz sorusu ortaya atıldı. Sonunda okul bahçesinin üç tarafını kilimlerle çevirip orada oynamaya karar verdik. Çakma bir sahne kurduk. Komşu okullardan da sıralar getirerek salonu süsledik. Protokolün dışında tüm köy muhtarlarını, köy ağalarını davet ettik. Baş ağa İ…… protokolün ortasındaydı. O gece şehir ve yakın köylerde büyük büyük bir heyecan vardı. Veliler oğullarını, dedeler torunlarını izlemeye gelmişlerdi.

Büyük ağa kendini tiyatronun baş aktörü yerine koymuştu. Baş soyguncunun hayatı, kendi hayatıyla örtüşüyordu. İkide bir ayağa fırlayıp alkışlıyordu. Onu görenler salonu panayıra çeviriyordu. Aman Allahım! O ne coşku, o ne alkıştı. Sanki yer yerinden oynamıştı. Oyuncuları defalarca sahneye çağırıyorlardı. Sunucu kız tiyatronun yazarı olarak beni de sahneye çağırınca alkış doruklara çıktı.

O gece herkes mutluydu. Okul müdürü zevkten dört köşe idi. Kaymakam vekili sahneye fırladı. İ….. ağayı da sahneye davet etti. Ağanın keyfi yerindeydi. Ağanın dördüncü eşi (genç bacımız da) yanındaydı. Sahnede kimler neler konuştular hatırlamıyorum. Sürgün geldiğim yerde bu başarı… Bulutların üstünde gezer gibiydim. Perde onlarca kez açıldı, kapandı. Çılgınca bir alkış. Alkış alkış…

Esas büyük sürpriz sonundaymış. Büyük ağa alkışlayanları bir işaretle susturarak, yarı kürtçe, yarı Türkçe birkaç cümle söyledi. Ben son cümleyi ancak anlayabildim. O cümlede “PARA” kelimesi geçiyordu: Bak müdür bu pakette şu kadar para var. Bu paranın yarısını bu akşamki masraflara harca.

Diğer yarısını da oyuncu yavrulara ve piyesi yazan hocaya ver. Alkış tufanı yeniden koptu: Allah ağamıza uzun ömürler versin! Bu bağırış dakikalarca sürdü. İlk kez o kadar parayı bir arada görüyordum. Ağanın verdiği parayı almadım. O para ile bir dostluk ve kardeşlik yemeği düzenledik. O yemekte: “Karadeniz’den, Ak Selamlar, Sevgiler getirdim size” diye açış konuşması yaptım. Neylersin, benim acılı anılarım bile, tatlı anılar hanesine yazılmış.

Hoşça kalınız.