İkinci istiklal mücadelesinin verildiği kritik bir süreçteyiz. Bizi Anadolu coğrafyasından sürmek isteyen bir Batı olduğu sır değil. Bu uğurda hep zayıf yanımızı kollayıp yüklendiğini ve bundan vazgeçmediğini açıkça görüyoruz.

Atatürk tam bağımsızlık için 18 Haziran 1932'de “Türk milleti asırlardan beri hür ve müstakil yaşamış ve istiklali yaşamak için şart saymış bir kavmin kahraman evlatlarıdır. Bu millet istiklalsiz yaşamamıştır, yaşayamaz ve yaşamayacaktır” diyerek bu milletin karakterini ortaya koymuştur. (kaynak “Diyorlar Ki” sayfa 59)

İşte Batı bizi önce istiklalden mahrum bırakma sonra da bu kadim topraklardan gönderme emelini hiç terk etmiş değildir.

Mustafa Kutlu'nun Rüzgarlı Pazar kitabının 166. sayfasında bağlamı farklı olsa da şu ifadeleri konumuza boyut kazandırabilir. “Zabıta diyor buradan gidin, kaybolun. Boya sandıklarına, simit tezgahlarına, çöp arabalarına el koyuyorlar. Bizimkisi ekmek parası nereye gidelim?”

Burada zabıtayı Batı olarak alırsak, geçimlik küçük islerle uğraşan kişileri de milletimiz olarak alabiliriz. Bize gidin diyenler dün de vardı bugün de yarın da olacak. Ama biz işimizi, aşımızı, yerimizi, yurdumuzu asla terk etmeyeceğiz.

Zaman zaman anlatımlarda nesneyi şahıslaştırma edebiyatın ya da anlatımın cilvelerindendir. Sait Faik Abasıyanık'ın Semaver kitabındaki “Bir Vapur” hikayesi şöyle başlar: “Dün ona, Galata rıhtımında rastladım. Çelik ve demir vücuduyla hassas bir sporcuya benziyordu. Çıplak ayaklı bir küçük serserinin yanı başındaydı. Halatlarının bağlandığı demirlerden birine ayağımı dayadım ve elimi çeneme koyarak onu seyrettim. Beni alıp götüren, beni alıp getiren mahluku doya doya sevdim. Bu vapur “Tadla” yeni Türk vapurlarından “T” vapurudur.

Yazarın zaman zaman yurt dışına çıkıp memlekete dönüşünü sağlayan bir nesneyi hayranlıkla seyretmesi vatanın kıymetini ifade etmesi bakımından etkileyici değil mi?

Vatan; içinde yaşadığımız ocaktır. O ocağın sarıcı, ısıtıcı yanı onu ebedi yaşatma azmimizi biler. Halit Ziya Uşaklıgil'in “Ferdi ve Şürekası” romanında bir karakter olan Saniha’nın sessiz bir gölge gibi dolaşarak kalbinin ağladığını sezdirmemek için gözlerindeki umutsuzluğu gizlemesi ve genç adamın yüzüne bakamaması ocak olmadan yaşanacak duygular mı, bir düşünelim Allah aşkına!

Yazımı Alev Alatlı'nın “Eyy Uhnem! Ey Uhnem!” kitabından aldığım “Ölmeden altı gün önce Demi Moore'un Striptease filmini seyrederken salona dalan iki polis, onu kendisinin inşa ettiği sinemaya biletsiz girmekle suçladı.” cümlesi bize bu vatanın kadim sahipleri olarak memlekette biletsiz bulunuyormuşuz muamelesi görmemize tokat gibi cevaplar vermemizi elzem kılıyor.

Batı'nı bize “Öz vatanımızda parya” muamelesine asla izin veremeyiz