Bu isimle anılırdı: Yaramaz Çocuk.

Tanınmış bir lisede okuyordu.

Ele avuca sığmayan, hangi taşı kaldırsanız altından çıkan, arkadaşlarının- ifadesiyle- yaramazlığın kitabını yazan çocuktu.

Onu çevrede tanımayan yoktu.

Okullar arası maçlarda onsuz kavga çıkmazdı. O olmadan - ağız tadıyla!-kavganın hiçbir anlamı yoktu. Çevre ilçelerde okuyan öğrencilerin bile ona saygısı vardı. “Bu gün canım kavga etmek istemiyorum” demişse o gün okulda huzur vardı.

Ufak tefekti.

Yerden aşağıda da bir metre boyu vardı. Genelde kravatının iki düğme aşağıdan bağlardı. Eğer kravatı yoksa – her an- kavgaya hazır demekti. Disiplin kurallarına yazılı ifade vermek ona çok şey kazandırmıştı!

Kompozisyonu -bayağı -gelişmişti. Sene kaybetmeden liseyi bitirince, koca şehre bir sessizlik çökmüştü. Maçlarda futbol hakemleri bile tribünlerde yaramaz çocuğu arar gibiydiler. Hangi ateşli grubun başında sinkaflı tezahürat yapacaktı. O olmayınca hâkimle r de huzur içinde maç yönetirlerdi. Bir defasında maç sonunda hakeme sormuştu; Hayatımızda hiç maç seyrettiniz mi? Hakem kıpkırmızı olmuştu. Aradan yıllar geçmişti.

Yaramaz çocuk unutulur gibi olmuştu. İstanbul’da işe girdiğini, artık uslandığını söyleyenler var. Ben bile maçlarda yanlı düdük çalan hakemleri gördükçe: Dua edin, yaramaz çocuk burada değil, derdim.

Konferans için Kıbrıs’a gidince gözlerime inanamadım: Yaramaz çocuk yine bir grubun başında hava alanında beni karşılamaya gelmiş. Şaşırmıştım. Acaba o muydu? Biraz serpilmiş, tiz ses biraz toklaşmıştı. Ama oydu. Sen ha! Buradasınız, dedim. Boynuma sarıldı. İçten davranışlarla iki elimi birden öpmeye başladı. Duygulanmıştım. Konferans boyunca salonun yönetimi onun elindeydi. Alkışlar onun işaretiyle başlıyordu. Sizlere eğitim ve kültür diyarından, Beşikdüzü’nden selamlar, sevgiler, saygılar getirdim diye söze başlayınca iki damla gözyaşı arkadaşının avuçlarına düştü.

Yıllardır Ülkeme, dolayısıyla Beşikdüzü’ne gelmemişti. Japonların işlettiği bir uluslar arası bir kumarhanede -yönetici- olarak çalışıyormuş. Burası kara para aklama merkezi imiş. Kendisi anlattı. O anlattıkça ben irkildim. Hangi iş adamlarının çanta dolusu paralarla gidip orada kumar oynadıklarını, içlerinde çok saygın zannettiğimiz büyük büyük insanların da olduğunu onun ağzından öğrendik.

Uluslar arası Kıbrıs Üniversitesinde öğrenci derneği başkanıymış. Orada bulunduğum on gün içinde her sabah - açık havada- bahçede onun hazırladığı kahvaltı ile neşelendik. Bir şartı vardı: Beşikdağ adlı şiiri okumadan bana çay koymazlardı. Memleket özlemini o şiirle gideriyordu. Dönüşte yine beni uğurlamaya gelen grubun başındaydı. Son kez boynuma sarılınca ağlamaklı oldu. Öğretmenim, dedi. Sana bir itirafta bulunmak istiyorum. Eğer Doğu Akdeniz Üniversitesinde de konferans verseydiniz çok kötü olacaktı. Apo’nun posteri altında konuşmaya kalksaydınız o salonda ne masa kalırdı, ne de sandalye. Ne demek istediğini anlamıştım. Gözlerimin yaşardığını ona göstermemeye çalıştım.

Ülkemin yaramaz çocukları, eli öpülesi delikanlıları, Vatan söz konusu olunca hepsi birere aslan yavrusu oluveriyorlar.

Sizlerin açık alınlarınızdan öpüyorum, Vatansever Yaramaz Çocuklarım…