ALIŞTIRILMIŞ YOKSULLUK!

İtibar simgesi, pırıl pırıl otomobillerin! Sağlı sollu, çift sıra rasgele park ettikleri caddenin daracık kaldırımından, gelip geçenin sorgulayan bakışları arasında ayaklarını sürtercesine, yavaş, çelimsiz adımlarla, yokuş yukarı yürümeye çalışıyorlardı. Başında kukuletasının yeşili atmış, dünyanın tüm yükünü sırtlamışçasına beli bükük, yaşlı bir adam ve önü sıra, ceketinin eteğini çekiştirerek adımlamaya çalışan küçücük bir çocuk, yaşlı adamın, bir zamanlar gri renkte olduğu izlenimi veren, çekiştirilmekten etek kısımları sarkık ceketinin tam uçunda, başında el örgüsü kahverengi bereli, çorapsız ayaklarına birkaç numara büyük terlikleri taşımakta zorlanan,  güzel yüzü solgun bir çocuk.

Torununun çekiştirerek yönlendirmeye çalıştığı yaşlı adam görme engelliydi. Ve de ağıt-dua karışımı yorgun sesiyle mırıldanışını biteviye sürdürerek duyun bizi der gibiydi! Çocuk ise alıştırılmış yoksulluğun hüküm sürdüğü ortamdan habersiz!  Belki bir yardım eden çıkabilir umuduyla, gelip-geçen insanları hüzünle süzüyordu. Yardım istiyorlardı evet ama avuç açmadan, askıntı olmadan. Kaldırımda el ele tutuşmuş yürüyüş yapan dede-torun misali!  Yaşama bir yerinden tutunma adına direniyorlardı. Milli gelirden paylarına düşenden ve Sosyal bir Hukuk Devletinde yaşıyor olmaktan bir haber! İtibarsızlaştırılmış yaşlı bir çınar ve geleceği çalınmış taze bir fidan!

Saatler sonra, farklı bir caddede yorgun adımlamalarıyla onlara yine denk geldim. Karşı kaldırımda dede-torun el ele arayışlarını sürdürüyorlardı. Bir şey yapmalıydım, bir biçimiyle dokunmalıydım onlara,  yolumu değiştirip yaya geçidini işgal etmiş otomobillerden güçbela sıyrılarak! Karşı kaldırıma vardığımda, otomobil tamponu arasında bir omuz genişliğinde. Karşı karşıya gelmiştik. Bu kez talep eden bendim!

Yana çekilip yol verdim. Böyle bir davranışı deneyimlememiş insanların şaşkınlığı içinde oldukları yerde çakılı kaldılar. Başını okşayıp geçmelerine yardımcı olduğum çocuğu gözlerindeki bir anlık ışıltının ve içtenlikli gülümsemenin yaşamım boyunca aldığım en büyük ders olacağına, bir anlık içimi rahatlatma güdüsünün, çözümleyici olamayacağına ve beni yıllarca izini sürdüğüm Nedenlerin bir türlü ulaşamadığım Sonuçlarına böylesi hazin bir şekilde taşıyacağını ben nereden bilebilirdim ki?

Ne oldu, nasıl oldu? Belli değil ama olanlar oldu çalındı. Artık, ne polis, ne Olağanüstü hal, ne de kriminal uzmanları sırrına erişemez! Gitti, gider. Kuşkusuz; Bundan böylede çiçekler açacak, otlar yeşerecek, sular çağlayacak, ak kuzular meleyecek, ay ışığı yeryüzünü ışıyacak, güneş ısıtacak, gök-deniz maviye kesilecek, Kuşlar uçuşacak, çocukların coşkun gülüşü tüm evreni sarmalayacak. Dilekler tutulacak, hasretliler kavuşacak, mutluluklar bulunacak, başarılar kazanılacak, yaratılacak, sevgi baş tacı yapılacak.

Ama, o apansız gelen;

Kişiyi,  tepeden tırnağa tümleyen;

Milyonlarca hücrenin ayrımsız hepsine yayılan;

Yerle gök arasındaki mesafeyi ve dünle bugün arasındaki süreyi, bir çırpıda yok eden;

Kinin, nefretin, kötülüğün her türlüsünü yıkayan;Sevgiyi, sevecenliği, özgeci ve sevgiyi yücelten;

İyiliği, güzelliği, arılığı, içtenliği sımsıkı kucaklayıp öpen yaşama sevinci var ya? İşte biz onu kaybettik.

O artık yok. Bir bulunmaz, bir bilinmez yerlere gitti! Gelmeyecek.

Çaldılar yaşama sevincimizi;

Gözümüzün önünde, ellerimizin arasından!

Tüm bu yaşatılanlara inat, Umut atını özgür ovalara sürmeyi muştulayıp;

“Bir kurtulalım hele tüm asalaklardan, nasıl seveceğiz birbirimizi, şiirler okuya okuya! Çekip gidince soyguncular, bir başka dünya kuracağız. Yaşamak neymiş, yaşamak sen o zaman gör bak!” diyerek umut üfleyen sevgili ozana selam olsun.