Kent güneşli, hafif bir bulut var gökyüzünde. Kasımın yirmi altısı, saat sabahın dokuzu.

Pusuda beklemekte yasal olmayan mermisiyle bir düşman.

Elinde bir bavul açık kapı bir adam ve veda havasında bir apartuman(!) dairesi.

Biraz sağa baktı biraz sola ve çıktı daireden, apartumanın(!) içinde başladı yürümeye.

Her adımda duruyordu bakıyordu, aslında gözlerinden bir daha dönmeyeceği anlaşılıyordu.

Az önce kapıcı silmişti apartumanın(!) merdivenlerini. Her bastığı yerde ayak izi kalıyordu, sanki giderken iz bırakmak istemiş gibi.

Kasım yirmi dokuzda hava güneşli ama rüzgar da vardı aniden.

Kapıdan çıktı, bavulu yere koydu. Elini cebine attı, tabakasını çıkardı.

Argoda çarşaf denirdi lüks semtlerde kağıt alemde yapıştır cigara kağıdını eline aldı.

Ömrü bitmiş ve bir daha üretilmeyen dededen kalma Akçaabat tütünü çıkardı, kağıda serdi.

Bavulun üzerine oturdu.

Bu sırada hemen üst kısmında bulunan balkondan Neşet babanın sesi duyuldu transformatörlü radyonun çıkardığı ses çıkarma yerinden.

Aslında daha önce çok iyi bir sazlı giriş olduydu ama bizim ki yetişmemişti.

N e ş e t baba girdi söze, “Bir anadan dünyaya gelen yolcu, görünce dünyaya gönül verdin mi?”

Bu ara sardığı sigarayı yaktı kibritiyle.

Tabaka yeniden cebine girdi, kibrit yanında yerini aldı.

Bavula oturdu, sigarasından bir fırt çekti.

Neşet babayı dinlemeye başladı.

Bavulu buradan değildi; çok öncelerden kalma tahta bir valizdi.

O da dedesinin Alamanya’dan getirdiğiydi.

Ellerini iki yana açtı ve şarkıya uymaya başladı.

Ağızında sigara, başında Ecevit modeli bir şapka, sırtında kahverengi palto…

Transformatörlü radyo sustu, zaten onun da yolu çoktu. Ayaklandı yürümeye başladı.

Apartuman(!) geride kaldı kayboldu.

Bu sırada beyaz Toros, eski model yani; onun hemen arkasında durdu.

İçinden maskeli bir adam indi. İçerisinde yasal olmayan mermisini yine yasal olmayan tabancasından ateşledi.

Bizim adamı sırtcığazından(!) vurdu.

Mermi bile ateşlendiğinde hiç istemiyordu bizim adamı vurmayı.

İş tabi ki tek el ateşle olmaz, birkaç kez daha tetik aldı tabanca, art arta geldi mermiler pat pata.

Oldu mu sana çok gürültülü veda.

Aslında emanetçi almalıydı emanetini ama çirkin bir adam, erken davrandı yasa dışı tabancasıyla.

Toros marka ve beyaz arabadan bir lastik duyuldu, olayı kör bir balıkçı gördü; üstelik kayığı kırmızı ışıkta durmaktaydı.

Birazdan viy, viy, viyyy sesleri duyuldu mu halaoğlu.

Polisler de geldi mi. Savcısı falan fişman.

Olay yeri çok kalabalık herkesçikler(!) çok meraklı.

Bizim adamın yüzü gözükmüyor.

Ecevit şapkası kanlı, paltosu delik, tahta valizi sadece dimdik.

Polis abiler cinayetcik(!) bürodan baktılar üstüne başına kimlik yok, cevirdiler yüzü kanlı anlaşılmıyor.

Olay yeri savcısı kaldırın dedi. Adli Tıp’ın yolu tutuldu.

Vay be kimsecikler tanımadı az önce yasal olmayan mermiyle öldürülen bizim adamı.

Hani o balkon vardı ya transf o rmatörlü radyonun çaldığı, bildiniz değil mi?

İşte o radyonun ses çıkarma yerinden bu sefer Ahmet Kaya’dan Cinayet Saati çalıyordu.

Sanki ölenin bir devrimci olduğunu bilircesine.

Diyordu Ahmet Abi, “Haliçte bir vapurda vurdular dört kişi…”

Klip gibi devam ediyordu, Adli Tıp’a giderken araç sanki oradaki metafor oluyordu, o şarkıdaki cinayeti de kör bir kayıkçı görmüştü ama o kayıkçının kayığı sudaydı.

Ve serdiler bizim adamı otopsi tepsisine.

Elbiselerini kesti adli teknisyen.

Mermilerin giriş ve çıkış yerleri gözüktü.

Akan kan damarda durmamıştı, ölmüştü bizim devrimci.

Adli doktor geldi.

Ağızında kovid temalı bir maske vardı.

Sağ elini şöyle bir salladı çevirin diye, adli teknisyenler çevirdi.

Mermilerin çıkış yeri gözüktü.

Bizim adamın da yüzü gözüktü.

Yaz katip diye seslendi adli daktır(!) “Beş el ateş edildi, sırttan girdi önden çıktı, biri kalp, biri akciğer, biri dalak, biri karaciğer, biri de bağırsak.”

Çok profesyonel demek ateş eden.

Adı belli olmayan bir adam az önce vuruldu, bir daha hiç dönmeyeceği şehirde.

Acaba kaçıyor muydu?

Tehdit mi alıyordu kimse bilemedi.

Öldü ölmeseydi hani şu Apartumandan (!) çıkmasaydı bilecektik bunların hepsini.

Acaba hacı mıydı? Ben nerden biliyordum devrimci olduğunu peki?

Belki de Sağistt(!) Belki de Ecevit şapkasıydı onu devrimci yapan.

Belki de sağisttlerin paltosuydu onu sağcı yapan.

Hiç öğrenemedik biz bu cinayet neden işlendi.

Çok acayip bir düzende çok acayip bir adam vardı ve ölmüştü.

Kim neden, niye, niçin vurdu bilemedik 5N1K’nın tüm ihtimalleri bilinmeden.

İşi çözecek olan apartumanın(!) dairesiydi.

Hani yazarız ya siz de okur.

Her hikayenin sonu olur.

Böyle biterse okur yazana galiz küfür eder.

O vakit dedi bizim yazar gidelim apartumanın(!) daire kapısına bekleyelim.

İlla biri gelecek diyecek nerede bizim serseri.

Bir ay oldu kimse yok, iki yok yine yok.

Faturalar gelmiş onlarda da bir isim yok.

Derkene(!) bir mektup geldi Polonya’nın Varşova’sından.

Yazar aldı mektubu açtı.

Çok özeldi üstleri; sevgi dolu, çok sevgi dolu, çok aşk dolu, çok aşk dolu.

Buraya yazamazdım, özel hayatın gizliliğine ihlal olur.

Sonu şöyle bitiyordu: “Şiirlerin tüm dünyada etki yapıyor ve sen hala daha seni öldürmek isteyenlerin ülkesinde veda etmek istemiyorsun. Oysa emanetçin gelmeden biri çalacak kapını ve alacak sana emanet edilen ruhu. Dönmedin hala, bekliyorum seni. Bari bu mektuba cevap yaz.”

Vay be vurulan dizelerin abisi bir şairmiş.

Üstelik kimsesiz mezarlığında.

Öyledir işte dizeleri kadar tanınmayan bir şairin vedası.

O zaman üç şiir okuyalım ruhuna gitsin kimsesizler mezarlığına.