Eylül yağmurlarının kendini hissettirdiği, aracımın sileceklerinin bile yetersiz kaldığı fırtınalı bir gündü… Sürüş güzergahımı eski bir dağ yolunu tercih ederek, hem geçmişi yad etmek hem de damak tadıma hitap eden o lezzetlerle yeniden buluşmak isteğimi gemleyemedim.

                               Dağ lokantasının gıcırdayan kapısını ardımıza bırakıp, ortada cayır cayır yanan sabanın yanına kümelenip siparişimizi vermiştik ki lokantanın kapısı açıldı ve içeriye yaşlı bir köylü girdi. Elinde büyük bir bakır bakraç vardı ve yağmurdan sırılsıklam olmuştu. Lokantanın sahibi ürünlerin sergilendiği vitrin buzdolabının yanındaki kasada oturuyordu.

                               Hiçte hoşnut olmayan bir tavırla “ne var” diye gelene seslendi. Yaşlı köylü çekine çekine “yoğurt getirdim” diye yanıtladı. Lokantacı kovar gibi;

                               -Yoğurt var, istemez! Diye gürledi…

                               Yaşlı adam hiç sesini çıkarmadan geri geri çekilip kapının kenarında durdu. Cevap bile vermeden salt bekliyordu. Belli ki böyle karşılanmaya alışıktı.

                               Hani bir zamanlar, kurucu irade tarafından “Milletin Efendisi” olarak tanımlanan köylü; hayvanını gün boyu dağ-bayır otlatıp besleyecek, sakınıp büyütecek, sütünü sağıp yoğurt mayalayacak, sonra da onca yoldan gelip böylesine horlanacaktı… Alışıktı buna; atalarından böyle görmüştü. Hiç sesini çıkarmadan boynu bükük bekliyordu kapıda.

                               Kapının dışında da bir kadın bekliyordu, yağmur olanca şiddetiyle kadının üzerine yağıyordu; karısıydı. Onlar için ekmek parası kolay kazanılamazdı! Kadın kapının dışında bekleyecek, kocası içeride dikilecek, müşteriler iştahla yemeklerini yiyecek ve belki lokantacı vicdanlı bazı bakışlardan utanıp insafa gelecekti! Ne de olsa müşteri velinimetti ve sağda-solda laf edebilirlerdi… İtibarı zedelenmemeliydi!

                               Nitekim öyle de oldu. On beş-yirmi dakika sonra lokantacı insafa gelip garsona seslendi;

                               -Git şunun yoğurdunu alıp da tart!

                               Garson köylünün elinden bakır bakracı kaptığı gibi gitti. Bir müddet sonra dönüp;

                               -On kilo usta! Diye tekmil verdi.

                               Lokantacı bakracı alıp teşhir ürünlerinin bulunduğu soğutucudaki kaba boşalttı ve kasadan 15 lira çıkartıp kapının yanında bekleyen yaşlı adama yolladı. Köylü bir boş bakraca, bir de eline tutuşturulan 15 liraya baktı.

                               -Efendi eksik değil mi? Kilosu 225 kuruştan 22,5 lira etmez mi?

                               Lokantacı hışımla yerinden fırlayıp, bir solukta yaşlı köylünün elinden boş bakracı kaptığı gibi vitrinde bulunan farklı bir kaptaki yoğurdu içine doldurdu! El çabukluğunun ve hırsızlığın marifet sayılıp ödüllendirildiği bir dünyada, adamcağız el çabukluğuyla yoğurdunun değiştirildiğini fark edemedi bile!

                               Zaten apışıp kalmıştı. Lokantacı bakracı köylüye verdi ve elindeki bakraç bezini de hayasızca yoğurdunu çaldığı zavallı adamım yüzüne fırlattı. Efendimiz, köylümüz bir kelam dahi edemeden, alı al, moru mor dışarıda bekleyen eşinin yanına döndü.

                               Dışarıda yağmur devam ediyordu, lokantada insanlar yemek yiyordu, lokantacı şerefsizce yoğurdu değiştiriyordu, karı, koca iki can yağmur altında ellerinde bakraç birbirine destek olup yürümeye çalışıyordu ve o gün yoğurdun kilosu o civarda 3 liraya satılıyordu.

                               Nereden mi biliyorum? Çünkü artlarından yetişip, evlerine getirdiğim incitilmiş  o güzel insanlardan… değiştirilmiş de olsa yoğurt dolu  bakır bakraçlarını (tamı tamına 14 Kğ.dı) satın almıştım da ondan biliyorum…