SARAYBOSNA, ACILARIN MAHSUN ŞEHRİ
Saraybosna
yolundaydık. Son devrin en acıklı hayat hikâyelerinin yaşandığı ve destansı kahramanlıklarının ve kahramanlarının harmanlandığı “Acıların Şehri Saraybosna.” Avrupa’nın gözü önünde, sözüm ona medeni canavarların! desteğiyle yok edilmek istenen insanlar, talan edilen namuslar, sona erdirilen hayatlar, yakılan eserler, yıkılan yapılar, kurşunlanan koca bir tarih.

Birinci dünya savaşanın da başladığı bu gizemli şehirde mahzun bir Anadolu kenti görünümü vardı. Kentin etrafını saran binlerce tek ya da çift katlı simetrik Osmanlı evleri, şehri hala bütün kötülüklerden korumaya kararlı “Beyaz tabya” yani Saraybosna Kalesi ve şehrin bütün canlılığıyla sohbetlerinin devam ettiği “Baş Çarşı’yı gezerken; tarihe yolculuk yapıyorsunuz sanki!

ALİYA İZZET BEGOVİC BİZİMLEYDİ!
Annesi İstanbul Üsküdarlı bir Türk kızı olan son devrin en büyük kahramanı Aliya İzzet Begoviç karşılıyor bizi Saraybosna sokaklarında! Siz, siz Türkler varya diyen ve arkasında söylediği her kelimenin gözlerimizden akıttığı yaşlarla serinlendiğimiz Aliya İzzet Begoviçle hemhal oluyoruz, gönülleniyoruz, ağlıyoruz; Diyor ki Aliya; siz…siz Türkler olmasaydınız ya! biz de olmayacaktık!…Hasretin ve sevginin zirvesiydi bu ifade…Arkasından buhar olup uçuyordu Aliya!

Takıp edip şehitler mezarlığında, öyle görkemli değil, silah arkadaşları gibi sade bir mezarda buluyor ve ruhuna “yasını şerif” okuyarak ayrılıyoruz bu cennetliklerin arasından. Onlara imrenerek, onlara gıpta ederek, onlara dualar ederek.

Dile kolay, 1992-1995 aralığında yapılan son devrin bu en adaletsiz ve acımasız savaşında; 250 bin şehit, 400 bin yaralı veriliyor. 50 bin kadının ise namusuna tasallut olunuyor. Binaların ise hala cephelere top ve mermi izleri ile delik deşik “ibrete âlem” için duruyor! Sonra da dönüp medeni dünya bu çağdaş haydutları seyrettiği yetmiyormuş gibi, bu haydutlarla Bosnalıları yaşamak zorunda bırakarak Dyton anlaşmasıyla bunu kesinleştiriyor! Tarihte böyle bir alçaklık yaşanmış mıdır, hatırlamıyorum!...

Dahasını buraya gelecek dostlarımız zaten burada göreceklerdir. Burada bu düşüncelerin, gündüz gezdiğimiz yerlerin ve karşılaştığımız sıcak ilgilerin etkisiyle bir gece geçirdikten sonra, 400 küsur yıl hâkimiyetimizde kalan ve Bosna saraydaki bu çağdaş alçaklıkların mimarlarının ülkesi Sırbistan’a doğru yola koyulduk.

Karışık duygular içerisindeydik. Bosna sınırları içerisinde Koşukavak Turizmin sahibi Rıfat Bey’in Bosnasaraydan çıkarken gurubumuzun bütününe aldığı meşhur Saraybosna böreklerimizi ilk mola yerimizde afiyetle yedik. Bekleyip dinledikten sonra yola koyularak, rehberimizin; bundan sonra ilk mola yerimiz Sırbistan içinde olacak duyurusuyla yolumuza devam ettik. Bizim iç-batı Anadolu özelliğinde ve yaylamsı görünüşte bir coğrafyayı gözlemliyorduk. Ormanlık alanların kenarlarında kurulmuş çok kalabalık olmayan köyleri geride bırakarak Sırbistan’da ki ilk mola yerimize ulaştık. Düzgün ve güzel bir yerdi. Daha önceki tedirginliklerimizi haklı çıkaracak bir eksiklik görmedik. İhtiyaçlarımızı karşıladıktan sonra sıra son hedefimiz Belgrad’a ulaşmaya gelmişti.

SIRBSTAN, BİZİM İÇİN ÇOK ŞEYLER İFADE EDİYOR
Belgrad Sırbistan’ın başkentidir. Akkale anlamındadır. Macar çukurovasının güneydoğu köşesinde. Sava ırmağının Tuna’ya döküldüğü yerde ve ana bölümü, iki ırmak arasındadır. Belgrad, İstanbul’dan ve Edirne’den gelen Meriç ve Morova vadilerini izleyen tarihsel yol ile Vardar ve Morova vadilerini izleyerek Selanik’ten gelen ve Orta Avrupa’ya uzanan yolların kavşağındadır.

Balkan yarımadasına kuzeyden ve Macar çukur ovasına güneyden giriş yeridir. XIX. yüzyılda Sırbistan devletinin, 1919’da Yugoslavya’nın başkenti olmuştur. Belgrad, II. Murat zamanında altı ay kadar kuşatıldıysa da alınamadı (1439). Fatih Sultan Mehmet zamanında yapılan kuşatma da Hunyadi Yanoş’un yardıma gelmesi yüzünden başarılı olamadı. Sırplar, Belgrad’ı Osmanlılara karşı koruyamayacaklarını anladıklarından, bu şehri Macarlara bırakmışlardı.

Kanunî Sultan Süleyman padişah olunca, bütün devletler kendisini kutladıkları halde, Macarlar bunu yapmadılar; vergilerini de yollamadılar. Macar kralı II. Lui’ye (Layoş) elçi olarak gönderilen Behram Çavuşun öldürülmesi üzerine Macarlara savaş açıldı. Önce Karadeniz ve Tuna yoluyla bir donanma gönderildi. Padişah da büyük bir ordu ile Belgrad önlerine geldi. Şehir, her yandan kuşatıldı. Kale komutanı karşı koyamayacağını anladığından, Belgrad’ı Türklere bıraktı (1521). Belgrad. 1878’de yapılan Berlin antlaşmasına kadar Osmanlılarda kaldı.

İŞTE BELGRAD’DAYIZ
Uzun bir yolculuktan sonra nihayet Belgrad’a ulaşıyoruz. Gün ortasında otelimize yerleştikten sonra rehberimizin ertesi günü serbest zaman ilan etmesiyle rahatladık. Şehrin belli yerlerine keşif gezileri yaptık. Bu ön gezilerden Belgrad hakkında epey bilgilerimiz oldu. Belgrad kalesiyle başlayan gezimiz, günün son ışıklarına kadar devam etti. Otelimize geldiğimiz zaman; Belgrad kalesinden seyrettiğimiz Tuna’yı “Yeleleri kabarmış atlarla değil, kötü bir trenle geçtik Tuna’dan” dizelerini hatırlayarak hayal edip uykuya teslim olduk.

Kahvaltı ile başlayan ertesi günümüzde şehrin ulaşabildiğimiz noktalarını gezdik, sorduk ve öğrendik.

Belgrad,  Türk idaresinde kaldığı 557 sene içinde sadece bir üs olarak kalmamış, uzak ülkeler ile alışveriş yapan bir ticaret merkezi de olmuş, Osmanlı mimarisi bölgede ilk eserlerini vermeye başlayınca oryantal etki gitgide güçlenmiş. Tarihin izlerini görebileceğiniz ve kendinizi hiç de yabancı hissetmeyeceğiniz bu şehrin keşfedilecek çok yanı var.

Hangi mevsim giderseniz gidin doğayla iç içe olacağınız bu yolculuktan çok keyif alacaksınız. Öncelikle, soluğu şehrin tek açık camii olan “Bayrakçı camiinde” alıyoruz. Şükür namazımızı kılıp şehri tanımaya devam ediyoruz. Kentin tarihi çekirdeğini oluşturan Kalemegdan; Osmanlı döneminde ‘kale’ ve ‘meydan’ kelimelerinin bir araya gelmesinden oluşmuş. Kalenin çevresindeki plato, düşmanı gözlem altında tutmak için şehrin tepesine kurulmuş, Belgrad’ın en güzel ve görülmesi gereken yerlerin başında geliyor. Kale Meydan çevresine kurulmuş. İstanbul’daki istiklal Caddesi’ni anımsatan Knez Mihailova ise; şehrin kalbinin attığını görebileceğiniz noktalar arasında. Adını Sırbistan Prensi III. Mihailova’dan alan cadde; çok sayıda kafe, restoran, mağaza ve birçoğu henüz restore edilmemiş, yaşanmışlık kokan tarihi binaların arasına sıkışmış keyifli bir yerde. Hemen hemen hepsinin 19’uncu yüzyıla ait olduğu binaların sıralandığı, Arnavut kaldırımlı Skadarlija Mahallesi; şehrin en bohem mahallesi olarak tanımlanıyor. Sanatçı ve yazarların ilhamına vesile olmuş tavernaları, lokantaları, sokak müzisyenleri ve sanat galerileri ile ünlü olan mahallede, yerel orkestralar eşliğinde 19’uncu yüzyıl şovları da yapılıyor.

Sırpların en büyük değerleri arasında gösterilen Nikola Tesla anısına yapılan Nikola Tesla Müzesi ise mutlaka görmeniz gereken noktalar arasında.

Tesla; “İnsan imkânsızı başarabilir’ sözü yetersizdir çünkü insan imkânsızın da ötesine ulaşabilir” demiş… Alternatif akımdan uzaktan kumandaya, radyo ve radar gibi bugün hayatımızda kullandığımız 700 buluşla en çok patent sahibi kişi olarak dünya tarihine geçmiş olan bu mucide ilişkin çeşitli eşya ve belgelerin sergilendiği müze kesinlikle görülmeye değer.

Şehir meydanından uygun bir fiyatla kiralayacağınız taksi sizi Tesla müzesine getirmektedir. Günümüzü dolu dolu yaşadık. Ara sıra serbest zamanlı gezdiğimiz için gurubumuzun diğer üyeleriyle de karşılaşıp, gördüklerimizi birbirimize anlatarak günü tamamladık. Gün içerisinde gelirken tedirginliğimize sebep olan gelişmelerle karşılaşmadığımızı söylemek isterim. Bu insanların aşırılıklarını; turizmin renkli insan ve kültür kazanımları epeyce törpülenmişe benziyor. Bu haliyle Belgrad modern bir Avrupa şehri olarak hafızalarımızdaki yerini aldı.

GEZİNİN FİNALİ
Akşama doğru gurubumuzla, kiralanan bir nehir teknesi ile Tuna ve Sava nehirleri üzeninde bir geziye çıktık. İnanılmaz bir gezi oldu. Belgrad kalesinin önünden geçerken gurubumuzla birlikte söylediğimiz “Tuna nehri akmam diyor” marşına sanki şehitlerimizde eşlik ediyordu. “Tuna bir isim değil, su değil, kalbimizde çağlayan bir tarihtir” diyordu ya bir devlet büyüğümüz. İşte o Tuna’nın mavi sularının üzerindeydik ve Tuna bir Tarih şeridi gibi geçti gözlerimin önünden. Son olarak; Tuna ve Sava nehrinin birleştiği nokta da Belgrad kalesini ve bu kale de türbesi bulunan, Petervaradin savaşında şehit olup buraya defnedilen Davut Ali paşayı selamlayarak ve Zigetvar önlerinde hayata veda eden Kanuni Sultan Süleyman’ın naaşı’nın Belgrad kalesine getirilerek oğluna teslim edildiği çeşmenin önüne son bir göz atarak batan güneşin ışıklarının ardından nehirden limana yaklaşarak ayrıldık.

Akşam otelimize ulaşıp, yemekten sonra dinlendik ve gece yarısı geri dönmek üzere havaalanına hareket ettik.

Yaklaşık sekiz günlük bir geziyi arkamızda bırakarak gecenin sessizliğinde Belgrad havaalanına ulaştık. Gerçekten çok güzel ve özel bir kültür ve tarih gezisini daha tamamlamanın huzuru içerisindeydim. Ecdadımızın at sırtında asırlarca hâkim olduğu bu vatan topraklarında asırlar sonra da olsa bulunmak benim için heyecan vericiydi. Ayrıca bu yazıyı yazmam için bana ısrarda bulunan değerli insan İsmail Kahraman’a, gezimiz süresince bizden ayrılmayan ve nezaketle refakat eden, Koşukavak Turizmin sahibi Rıfat Yakupoğlu’na ve Gündönümü Turizmin sahibi Halil Güven kardeşime teşekkürler ediyorum.

Arkamızda; “acılarla dolu kaybedilmiş koca bir vatan bırakıp” şehit olan binlerce Evlad’ı fatihanı hatırlayarak, bu kahramanları selamlayıp, Belgrad semalarından sonsuz maviliğin içinde vatanımız Türkiye ye doğru uçtuk.

VE SON.