Türkler, tarihin farklı zamanlarında ve farklı coğrafyalarda, “duyulan ihtiyaca göre” beş ayrı “alfabe” kullanmıştır. Bunlar Göktürk, Uygur, Arap, Kiril ve Latin alfabeleridir. Bugüne kadar hiçbir alfabenin alınışının, kabul edilişinin, bırakılışının, “kan davasına” dönüştürüldüğünü gösteren bir kayıt, kanıt, delil elimizde bulunmamaktadır; ya da şöyle söyleyeyim, “dil, dil araçları” hiçbir devirde bugünkü gibi anlam, değer ve önem kazanmadı; tartışma konusu yapılmadı da.

Dil, evrenin “yükünü” taşıyan büyük bir araçtır. Akıl, bilim, edebiyat, felsefe, tarih, teknoloji, tıp, sanayi, din, hukuk, kültür, sanat, akla gelebilecek her duygu, düşünce ve bilgi yalnızca dil ve sözcüklerle taşınır; sözcüklerin biçimlendirdiği anlatımlarla kitaplarda, yazıtlarda, tabletlerde saklanır, korunur, ihtiyaç duyulduğunda da kullanılır. Evren dillerde sözcük sözcük, hece hece anlamlaşır; toplumlar arasında yaygınlaşır.

Dil, ilerleme ve gelişmenin tüm ögelerini, kazandığı işlevlerle toplumlara, insanlara aktaran tek kaynaktır. Dil, sözcükler, terimler, kavramlarla, okullarda, üniversitelerde uygulanan çağdaş yöntemlerle öğrencilere meslek olarak öğretilir. Öğrenciler geleceği tasarlar, kurar; bilimse bilim, teknolojiyse teknoloji, fabrikaysa fabrika, tarımsa tarım yapar; toplumun tüm ekonomik, sosyal, kültürel alanlarında aklı ve bilimi egemen kılar; çalışma-üretimle-satışla ülke kalkınır, ilerler.

Her alfabe ihtiyaç üzerine alınmıştır. İhtiyaçları karşılayamaz duruma geldiğinde bırakılmış, yeni alfabelere geçilmiştir. Bir alfabeden, bir diğerine geçilirken toplum düşman kamplara bölünmemiş; insanlar birbirlerine karşı kanlı bıçaklı olmamışlardır. Kimi alfabeler, doğruluğuna inanıldığı için çağdaş uygarlığın kaçınılmaz zorlamalarıyla kabul edilmiştir.

Osmanlı tebası, 300 yıllık bilim, teknoloji ve sanayi gelişmişliğinin dışında bırakılmıştır. Okuryazar olmayan, ekonomik ve siyasi yönden dünyadan haberi bulunmayan, bilgiye ihtiyaç duymayan, salt düşmanlığın körüklendiği insanlara uygarlık adına ne anlatılıp kazandırılabilirdi?  Jeolojik ve iklimsel felaketleri Tanrı’nın gazabına yoran, hastalıklarını nazara ve kadere bağlayan, hurafelerde çözüm arayan; her şeyi “Allah’tan” bilen, insani ilişkileri “kısmetle” açıklayan ulemanın söz sahibi olduğu bir tolumda bilimsel ve teknolojik gelişmelerin izlenmesi, onlardan yararlanılması, kaliteli bir yaşam aranması, istenmesi ve kurulması mümkün müydü? Böyle bir toplumla çağ nasıl yakalanır, geçilirdi? Bilim, sanayi, teknoloji yönünden gelişmiş, ekonomisiyle aramızda uçurumlar yaratmış devletlerle nasıl yarışılır ve aynı saflarda yer alınırdı?

“Savaş meydanlarında kazandıklarımızı masa başlarında kaybederdik” diye anlatan öğretmenlerimiz vardı. Şimdi daha iyi anlıyorum neden öyle söylediklerini. Bilgi, kültür, düşünce yönünden yetersiz insanların dilleri de yetersizdir. 300 kelimelik dünyasıyla 3000 kelimelik düşünen rakiplerin “ne dediğini, ne söylediğini; karına mı, zararına mı konuştuğunu, yazdığını, çizdiğini” anlayamaz. Kendilerini “çoban” gören yöneticiler “tebaya” her ne kadar “halk” derlerse de, aslında “halk sürüdür” onların nezdinde. Yönetmeye “kolay gelsin, itiraz etmesin, söyleneni kabul etsin” diye halk, özellikle cahil bırakılmıştır. Bu zihniyet-bu anlayış halkın okuryazar olmasını, bilmesini, öğrenmesini, çıkarlarını görmesini, kendisine “hayır” deyip itiraz etmesini, idarenin istekleri dışında “talep” de bulunmasını kabul eder mi? Halk okursa, kendileri 300 kelime ile düşünür karar verirken, halk 3000 kelime ile düşünür, hareket ederse elbette anlaşmazlık doğacaktı. Kinyas Kartal Milli Eğitim Bakanı’na, Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nü ziyaretlerinde, neden acaba “bu çocukları bizden akıllı yetiştirmeyin” diyordu? Kimi siyasiler, kendilerine itiraz edenlere, karşı çıkanlara, “yanlış yapıyorsunuz” diyenlere, oy vermeyenlere “terörist, hain, yalancı” niye diyorlar, anlıyorsunuz değil mi?

Osmanlı yıkıldığında ya da Cumhuriyet kurulduğunda kimi kaynaklarda %2,5; kimilerinde de %4 olarak açıklanan okuryazarlık oranı sizi ne kadar düşündürüyor? Okuryazar olmayan bir toplumla bilim-teknoloji-sanayi ve gelişmiş bir tarım, amaçlanan düzeye nasıl çıkarılır? Eğitim-öğretim, çağı sindirecek bilgileri, araç-gereçleri tanıyacak-kullanacak beceriyi insanlara kazandırmak için yapılır. Bunda da en etkin araç dildir. Dili öğrenmek ve kullanmak son derece güçse, bu iş nasıl başarılacak, nasıl sağlanacak?

Cumhuriyetle çok büyük işler yapıldı, başarıldı. Latin alfabesine geçiş de yapılan, başarılan işlerin büyüklerindendir. Öyle, söylendiği gibi “bir gecede cahil bırakıldık” değildir o iş; “yattık, kalktık, oldu” değil… 1850’lili yıllardan buyana “bilgiyi, kültürü, düşünceyi, aydınlanmayı” sorun edinen Osmanlı aydınlarınca, “Osmanlı Alfabesinin” daha işlevsel kılınması, “kullanım kolaylığına” kavuşturulması için ıslah çalışmaları başlatılmış, gazete ve dergilerde açıklayıcı önerilerde bulunmuşlardır. Yani, bir gecelik değil, yetmiş yıllık bir iş…(SÜRECEK)

Sevgiyle, esenlikle kalınız…