Bağırmak, bir kalp için sessizliğe gömülmeden önceki son direniştir. Denenmiş bütün ihtimalleri hesaplayarak deliliğin ilk belirgin ayak izidir. Yalnızlık tarafından teklif edilmiş birliktelik çağrısıdır.

Hani o hep şikâyet ettiğimiz çoğu zaman yaktığımız limanları düşünün. İnsan kendini bir gemi gibi hissettiği zaman yükünü boşaltmak istediği o limanları...

Franz Kafka Milena’ya Mektuplar kitabında şöyle diyor, “Her şey olması gerektiği gibi: Üzüntülü ve ağır...”

Denizcilik kurallarına göre bir yük gemisinde kaptan tarafından yükün boşaltılacağı limana verdiği bildirmeye manifesto denirmiş. Ne gariptir ki bağırmak insanın kaptanı olduğu gemide batmadan önceki son manifestosudur. İnsan bir yük taşıyamadığını anladığında bağırmaya başlar. Hep karıştırırız, İnsan mutluyken de bağırır derler, yanlış derler. Mutluyken sadece haykırır insan. Çünkü haykırmak insanın içinden gelir ama bağırmak karşıdan ya da karşındakinden gelir.

İlmi bir kanıt ararsan bağıran insan için Öfkenin Pasif Hali diye karşılık bulur. Ama ruhun bilinmezliğine çaresizlik burada başlar. Bağırmak her ne kadar insanoğlunun doğasındaki vahşilik olarak görülse de, bana kalırsa bağırmak bir yardım çağrısıdır; “Bu ben değilim, sesi duyun, yardım edin.”

Bu duygunun karşılıksız kalmasının sonucunu en iyi Sebahattin Ali anlatıyor: “Acılar kalbimi nasırlaştırdı ve kalbim, her zaman üzerine basılan bir nasır gibi sızlıyor. Yalnız ben artık bağırmıyorum, bağıramıyorum.”

Bu yüzdendir ki bir vakit arasıdır bağırmak. Tıpkı yalnızlık gibi bağırmakta insanın içine düştüğü çıkmazdan telaşla kurtulma çabasıdır. Kimimiz susarak kimimiz bağırarak ama en çokta çaresizlikten düştüğümüz derin ve dengesiz bir vakit arasıdır.