Hepimizin çocukluk hatıralarında bir “mahalle bakkalı” hikâyesi vardır. Hane halkının birinden, bir şekilde alınan bir miktar para ile kurduğumuz hayallerimizi satın alabileceğimizi düşünür, sonra da bakkal amcamıza ulaşınca bu hayallerimizin çok azını satın alabilirdik ama yine de çok mutlu olurduk.
Teknoloji kültürünün yok ettiği geleneksel yapıların en önemlisi bakkal dediğimiz ve her zaman ihtiyaç mesafemizde faaliyet gösteren küçük alış-veriş yerleridir. Arapça “sebze satan yer” anlamına gelen bu sözcük birçok kelime gibi Türkçeleşmiş ve bu gün hafızamızda; çocukluk hatıralarımızı satın aldığımız kurum olarak yer etmiştir. Ulaşım ve tedarik ağının bu günkü gibi gelişkin olmadığı, şartların çok zor olduğu dönemlerde insanımızın ihtiyaçlarının karşılandığı, hatta çoğu kez alınan malzemelerin bile paralarının peşin ödenmeyip, bölgelere göre yetişen ürünlerin satış tarihine kadar ertelendiğini düşündüğümüzde, bakkalların ne derece önemli, bir sosyal ve ekonomik değeri olduğunu daha iyi anlamaktayız.
Barış Manço’nun “yaz dostum” türküsünde, “sarı çizmeli Mehmet Ağa’nın” bir gün ödeyeceği borcunun yazıldığı “defterleri” vardı bakkalların. Bakkal amcalar, öyle bu günkü gibi veresiye olarak verdikleri mallar için kefil-kefalet istemezlerdi. Ne alırsanız, isminize açılmış defterinize yazılırdı. Hatta sizde kontrol edesiniz diye size de bir defter verilir, aynı hesap ve alınan malzemeler fiyatları ile birlikte o deftere de yazılırdı. Bu bir bakıma toplumsal güvenin ve dayanışmanın da uygulanma şekliydi. Kimse kimseden şüphelenmez, kimse de borcunu ödeyeceği tarihi asla geçirmezdi. Çayını, fındığını, tütününü, mısırını, patatesini, pamuğunu, buğdayını, narenciyesini, sattığı an yaptığı ilk iş bakkala koşup borcunu ödemek olurdu insanların. Ne güzel günlerdi o günler.
Asırlarca devam eden bu güzel davranışlar, toplumların gelişmişlik düzeylerine göre değişmeye başladı. Önce bakkal amca ile müşteriler arasındaki güven sarsılmaya başladı. Borcunu sene de bir sattığı ürününden elde ettiği para ile ödeyen vatandaşa bakkal amca enflasyon denilen ekonomik kayıplardan dolayı eskisi gibi davranamamaya başladı. Defterlerdeki hesapların üzerinde tartışmalar başladı.
Sonra her şeyi ortada olan, yani tezgâh denilen mekânın üzerinde ve görülen raflarda bulunduran bakkal amca, bu malları yerinden aynı fiyata alamamaya başlayınca bunların bir kısmını tezgâh altına indirmek zorunda kalmaya başladı. Karaborsa denilen ve bakkal amcanın on yıllarca hiç bilmediği mal stokçuluğu ortaya çıktı. Bu sefer bakkal amca eskisi gibi; ürün satımında sene de bir defa tahsil edeceği alacaklarını daha erken almak isteyince ve müşterilerde bunu yapamayınca ilişkiler eskisinden farklı bir hal aldı. Artık neredeyse; Nasrettin hocanın dediği gibi; “parası olan düdüğü çalar” dönemine gelinmişti.
Bu durumu çok iyi takip eden sanayi devleri, neredeyse mahalle aralarına, köylere kadar uzanan “zincir marketler” dönemini başlattı. Mallar raflarda çok düzgün, fiyatlar üzerinde yazılı, istediğini seçip alabileceğiniz bir ortamda konforlu alış-veriş ortamları ortaya çıkınca, bizim “bakkal amcalar” artık dayanamayıp dükkânlarını kapatmak zorunda kalacaklardı. Fakat yeni alış veriş merkezleri çok nezih ortamlarına ve istenilen malları sunum imkânlarına rağmen ruhsuz ve köksüzdüler. Parası olmayanların bir kuruşluk bile alışveriş yapma imkânları yoktu. Mustafa Sandal’ın dediği gibi “Onun arabası var, güzel mi güzel, ama ruhu yok” demesindeki gibi, zincir marketlerde her şey var ama bakkal amcanın samimiyeti, sevgisi, sorumlulukları hiç ama hiç yoktu!
Gördüğümüz kadarı ile yakın zamandan beri yeniden örgütlenmeye başlayan bakkal amcaların, bu ekonomik şartlarda eski konumlarına ulaşmaları mümkün olur mu bilemeyiz ancak; onların orada, mahalle aralarında, gecenin geç saatlerine kadar durduğunun bilinmesine yeniden çok ihtiyacımızın olduğu ortadadır. Selam olsun bu isimsiz kahramanlara.