Uluslararası Çocuk Kitapları Kurulu’nun (IBBY) 2020 Onur Listesi’ne Kamyon Kafe adlı kitabıyla girmeyi başaran Yazar Çiğdem Sezer: “Çocuklar ve gençler için yazmak, benim gibi yüksekten korkan birinin zirveye tırmanması gibi… Bütün o çocuklar “ya düşerse” diye endişeyle bekliyor. Ve siz onlar düştüğünüzü görmesin diye bütün gücünüzle korkunuza direniyor, dağa tırmanıyorsunuz. Trabzonlu Eğitimci-Yazar Çiğdem Sezer ile söyleştik
İlk şiir kitabınız Kanadı Atlas Kuşlar 1991’de yayımlandı. 2023 yılında ise toplu şiirlerinizi Aramızdan Hayat Geçti kitabınızda bir araya getirdiniz. Çiğdem Sezer bugüne kadar dizelerini ulaştırdığı okurlarıyla nasıl bir bağ kurdu?
İlk yıllarda sormuş olsaydınız bu soruyu, böyle bir bağı aklımdan bile geçirmediğimi söylerdim. Ama zaman içinde bunun gerçekleştiğini görüyorsunuz. Sizin dışınızda ilerleyen bir süreç. Suya yazar gibi, kendinize yazar gibiyken bir yerlerden sesinize ses verenler çıkıyor. “Seni duyuyorum,” dercesine… Bunca şiirin yazıldığı bir ülkede, bunca popüler kuşatmanın yaşandığı bir dönemde üstelik, sessiz sedasız yazarken kimseler duymaz gibi geliyor insana. Ama ötelerden gelen bir ses, bir nefes, öyle olmadığını gösteriyor. Benim hayatla sahici bir bağım var ve bunun şiire/okura da yansıdığını biliyorum. Şiir okuruyla da sahici bir bağım var bu anlamda.
Aşklar ve Baharatlar, Mavi Çayırın Kadınları ve Saklı Bahar adlı kitaplarınızla şairliğinizin yanına romancı kimliğini yazdırmayı başardınız. Şiir kitaplarından sonra roman yazmaya götüren süreç nasıl gerçekleşti?
Roman yazmak gibi bir hayalim olmadı; yolun bir yerinde, uçurumun kıyısında belki de kalmakla düşmek arasındaki o noktada tutunduğum bir daldı roman. İlk romanım Aşklar ve Baharatlar hem gerçek hem imgesel anlamda depreme dairdir. 99 depremini yaşadım Sakarya’da. Sonrasında birkaç yıl ne okuyabildim ne yazabildim. Aşklar ve Baharatlar o geçiş sürecinden çıkışımın yol haritası oldu. Bir yandan kendimi iyileştirdim, öte yandan da roman yazmanın, o kurgusal evrende bambaşka atmosferler oluşturmanın büyüleyici hazzını yakaladım.
Çocuklar, gençler ve yetişkinler için yazdığınız kitaplarla ödüller kazanmış olmanız edebiyat yolculuğunuzu kolaylaştırdı mı?
Ah şu ödüller! Başlangıçta aldığım ödüller, şiirde kalmanın, direnmenin bir yoluydu benim için. Onlarca yıl önce, iletişimin epeyce güç olduğu dönemlerde, çalışan bir anne olarak şiirden vaz geçmek ne de kolaydı! Hayatın hay huyu içinde kaynayıp gitmek… Oysa benim şiirle var olmak, varoluşumu şiirle temellendirmek gibi bir derdim vardı ve bunu yapmak düşündüğünüzden daha zordu. Beklentilerim olmadığı için hayal kırıklıklarım da olmadı ama şiirde kalmak bazen çok daha güçleşiyordu. Sanal bir evrende yaşadığınız hissi. Simülasyon bir hayat… Öyle olmadığına inanmaya ihtiyacım oluyordu bazen. İşte o ödüller öyle zamanların ilacı oluyordu. Bir nedeni daha var; şiir kitabı çıkarmak hiç kolay değildi ve ben bunu para vererek yaptırmaktan yana değildim. O nedenle de genellikle kitap basım ödüllü yarışmalara katıldım. Edebiyatta ama özellikle şiir dünyamızda hem bir “kanon” anlayışı var hem de “sükût suikastı”… Sonraki ödüllere katılmam da bunu aşmak içindi sanırım. Birkaç kitabımın basımını bu yolla gerçekleştirdiğim için yolculuğu bir parça kolaylaştırdıklarını söylemek mümkün ama ödüller olmasaydı da vaz geçecek değildim. Çocuk ve gençlik edebiyatında ise yolculuğu kolaylaştırmaktan ziyade taçlandırmak gibi düşünmeli ödülleri. Özellikle Kamyon Kafe’ye verilen ödül, katılım olmadığı, yurt çapındaki yazarların aday gösterilmesi ile belirlendiği için çok özel.
Yazarlığınızda farklı bir sürece girdiğinizi, olgunlaştığınızı, yazdıklarınızın ciddiye alındığını ilk ne zaman hissettiniz?
İlk kitabımın çıkışıyla bile hissetmiştim bunu. Çok azdılar belki, sesleri de gür değildi ama yine de hakkınızı teslim edenler oluyordu. Ama o farklı sürece girmek, o sorumluluğu üstlenmek zaman aldı elbette. Kesin bir tarih söylemek güç olsa da Dünya Tutulması’ndan sonra olduğunu söylemek yanlış olmaz sanırım.
Edebiyat dünyasında yazdıklarınızla kendinizi, sözünüzü, hikâyenizi var etmeyi başardınız. Bugün geriye dönüp baktığınızda yazdığınız metinlerle seslendiğiniz o okur, sizi yeterince anladı mı? Umutsuzluğa kapıldığınız, vazgeçtiğiniz, anlaşılmadığınızı hissettiğiniz dönemler oldu mu? Olduysa bu süreçleri aşmayı nasıl başardınız?
“Kendi sözümü/hikâyemi var etmek…” Bana kalırsa bunca ödül içinde beni en çok gönendiren bu sözdür. Farklı seslerden bu cümleyi duymuş olmak ne güzel! Okuduğum bazı şiirler, “iyi” olmalarına karşın yer edinemiyor bende. Karşılık bulamıyor… Sonra sonra anladım ki ben kendini var eden kalemlerden haz alıyorum; bazı teknikleri ustaca kullanarak sözü tepetaklak edenlerden değil. Uçuk kaçıktır şiir, kaosa dairdir, evet; ama aynı zamanda dünyayla hemhâl olmanın, dünyada olmanın da bir biçimidir. Bir tek şiirle değil ama bütüncül okumada şairin dünya düşüncesini, dünyayla temas biçimini anlamak istiyorum; onca okumadan elimde kalanın “iyi birkaç dize” olmasını değil…
Romanlarda (yetişkin ya da gençlik/çocuk) okurun dünyasına girmiş olduğumu biliyorum. Okurun kurgusal atmosfere girdiğini, kurguya kendini de dâhil ettiğini de… Ama şiir için aynı şeyi söylemem olanaksız. Ki bu zaten şiirin doğasına aykırı olur. Elbet şiir okuru da bir atmosfer yaratıyor okumalarında ama şiirin oku bambaşka hedeflere yönelebiliyor. Ferda şiirimde dediğim gibi belki:
“kalbim bana bakıyor bazen Ferda
eş zamanlı atılan oklar iki ayrı yönden
kalbim bana baktığında birbirine çarpıyor”
Bu çok az oluyor elbette ama bütün “az”lar gibi de çok kıymetli bir buluşma.
Anlaşılmadığımı hissettiğim çok oldu elbette ama vazgeçmeyi düşünmedim bile. Nelerden vazgeçecektim? Kendimden mi? “Bir şey olmak” için değil “olmak” için yazıyordum ve hâl böyle olunca vazgeçmek olasılıklar arasında yoktu. Ne yaptım böyle zamanlarda? Hep yaptığımı; daha sıkı sarıldım şiire, dizelere, imgelere…
Bayan Şeftali ve Alya, JuJu Beni Unutma, Hayal Vadisi, Gizemli Yabancı, Şahane Ekip, Kayıp Gerdanlık, Saklı Bahar, Hayat Pastanesi, Kahkaha Keki, Son Şans Durağı gibi çok ses getiren çocuk ve gençlik kitaplarına imza attınız. Uluslararası Çocuk Kitapları Kurulu’nun (IBBY) 2020 Onur Listesi’ne giren Kamyon Kafe ile bu alandaki başarınızı taçlandırdınız. Biraz da bize çocuklar ve gençler için yazmaktan bahsedebilir misiniz?
Çocuklar ve gençler için yazmak, benim gibi yüksekten korkan birinin zirveye tırmanması gibi… Bütün o çocuklar “ya düşerse” diye endişeyle bekliyor. Ve siz onlar düştüğünüzü görmesin diye bütün gücünüzle korkunuza direniyor, dağa tırmanıyorsunuz. Zirveye vardığınızda, her biri bembeyaz güvercine dönüşmüş o çocukların da orada sizi beklediğini görüyorsunuz. Kanat çırpışlarıyla gösteriyorlar sevinçlerini. Alkış tutup övüyorlar sizi. Ama siz biliyorsunuz ki asıl güç, size o inancı veren çocukların içindeki umuttur. O umudu boşa çıkarmamak, çoğaltmak durumundasınız. Haksızlığa, ayrımcılığa, zorbalığa ses çıkarmak gerektiğini, başka türlü kötülüğün ateşine odun taşımış olacaklarını anlatmak zorundasınız. Üstelik bunu akıcı bir üslupla, çocuğu sıkmadan yapmanız gerekir. Bir de edebiyatı, şiiri, şarkıları sevdirmek, göstermek var. Hayatın başka türlü de yaşanabileceğini sezdirmek… İnsanı iyileştiren bir duygu bu.
“Şiiri okumak, şiiri sevmek herkesin hakkıdır ama anlamak herkesin hakkı değildir,” diyor İlhan Berk günlüklerinde. Çiğdem Sezer’in bu konuya bakışı nasıldır?
“Hakkı” yerine “harcı” demeli belki de. Şiir okumak herkesin hakkıdır evet ama anlamak herkesin harcı değildir. Çünkü anlamak, içine girmeyi, içine almayı gerektirir. Bu da öncesi olan upuzun okuma süreçleri, şiir bilgisi demektir. İmgeyi, metaforu, ironiyi bilmeyen birinin şiiri anlaması ne mümkün! Anlamak, “şair burada ne demiş”e indirgenmişse, o kişinin harcı değil demektir şiir. Lisede Türkçe öğretmenim sormuştu bana bu soruyu. Hâlâ soruyor öğretmenler. Daha doğrusu “müfredat” böyle istiyor. Kişi yalnızca kendi okusa, anlamasa dert değil ama süreç öyle işliyor ve sonunda koca bir yanlışı genel doğru hâline getirip “şiir oymuş”a, “öyleymiş”e getiriyoruz.
Şair arı kovanına çomak sokan, yangına körükle gitmeyi göze alan biri değilse nedir bu çağda? Yazmaya zorlandığınız konular oluyor mu?
Proje kitaplar yazmadığım için zorlanmam söz konusu değil. Neye hazırsam, imgesel evrenimde ne olup bitiyorsa onu yazıyorum. İçselleştirdiklerimi yazdığım için konuya çoktan girmiş oluyorum zihnimde. Bu nedenle de zorlanmıyorum. Şiir zaten “kendini yazdırıyor”. Bu kendini yazdırmanın içinde depresif bir ruh hâli de var elbette. Ama o da yazma hazzının bir parçası. Dünyayla derdi olmayanın şiirle işi ne olabilir ki zaten! Dünyanın yekpare bir yara olduğunu düşündüğüm zamanlar da oluyor. O yarayı açık etmenin ardına düşüyorum. Belki bu yüzden son iki kitabım nehir şiirlerden oluştu. Bütün bunları dert etmeyen şairin “ne”liği konusuna girmek istemem. Dünyayla bunca yakın ilişkisine karşın şiir özgürlüğüdür şairin. Nasıl isterse öyle doldurur içini.
Çocuk ve gençlik romanlarındaysa genellikle sosyal sorunlara yer verdiğim için yazarken acı çektiğim de oluyor. Savaşlar, depremler, göç, ölüm, ayrımcılık, ötekileştirme… Hepsi yer buluyor kitaplarımda. Steril bir dünya mümkün değil. Çocuk da bu dünyanın bir parçası. O zaman çocuğa görelik ilkesini unutmadan konu edinebilmeliyiz bütün bunları. Akranları yanı başında açlıktan ölür, bomba sağanağına tutulurken biz çocuklarımızı cam fanuslarda yetiştiremeyiz. Elbette kendine göre kuralları var bu konuları çocuk ve genç için yazmanın. O kurallar nedir derseniz, kalbim ve aklım bilir, derim. Şiirde olduğu gibi burada da sezgisel akla güvenirim. Ve yaşam deneyimime, eğitimime elbette. Ama en çok sezgisel akıl…Bunun karşılık bulduğunu biliyorum, görüyorum. Şiirin bir kazanımı aslında; olayları, olguları algı süzgecinden geçirip estetik bir boyutta sunabilmek… Bunu düzyazıda da yapabilirseniz, okur o dili yakalıyor ve en trajik olanın içinden bile umutla, bir şeyler yapabilirim duygusuyla çıkabiliyor./ Söyleşi: Serkan Türk (Edebiyatburada)