Cevabınızı duyar gibiyim: Tabii ki Karadeniz’e... Oysa diğer bütün dereler gibi, dünyaya ve hayata akıyor. Aslında bütün derelerin, hatta her damla suyun hikâyesi aynı: Denize-okyanusa ve dünyaya; dolayısıyla bitkiye, böceğe ve insana...

Trabzon’la özdeşleşmiş deremizin tapusu, yatağındaki ve çevresindeki bütün canlılara ait olmakla birlikte, bu büyük değeri geleceğe aktarmak, yöre insanının görevidir. Asırlardır ekmeğimize katık, dilimize deyiş, folklorumuza dalga, ağıtımıza gözyaşı, yolcumuza yoldaş olan o. Zigana’yı ana rahmi, Karadeniz’i vuslat edinen o.

Bizim dilimiz var, böylece tarif ettik deremizi; ya diğer canlılar, yani sessiz yığınlar?.. Onlar nasıl anlatsınlar, derenin sahipleri arasında sessiz çileşlerin de olduğunu? Nasıl anlatsınlar, diğerlerinin insan karşısında çaresiz kaldığını?

Sularımızı kullanamadığımız gerekçesiyle ülkemizle hafifçe dalga geçildi, “Su akar Türk bakar.” diye.

Aslında doğanının diğer sahipleri bu durumdan hiç de şikâyetçi değillerdi. Üstelik derenin diğer sakinleri, çevrenin insanına da güveniyordu. Zira onların kadim kültüründe suyun en kutsal değer olduğunu tarih ortaya koymuyor muydu?

Evet öyleydi, su en kutsalımızdı.

Güncel örneğini Duka Türkleri, dereler kirlenir endişesiyle su içmek dışında dereleri asla kullanmayarak ortaya koyuyorlar.

Ancak çok şey değişti. Dereler keşfedildi.

İnsaf ve “doğa aklı” terk edildi. Artık Değirmendere, insanlığın doyumsuz değirmeninde öğütülüyor. Ne canlıları dertlenme, ne gelecek endişesi; hiçbir şey durduramıyor katliamı.

Şimdilerde Değirmendere’nin hikâyesini, HES’ler, katolar, iş makineleri ve atıklar oluşturuyor.

Artık deremiz nereye aktığını bilmiyor, sahipleriyse tükenmişlik sendromu yaşıyor. Değirmendere’nin yokluğa akışına seyirci kalamayız.

Yetkili, yetkisiz kim varsa, tarihimize ve doğamıza sahip çıkmalıyız.

Zira o bizim gerçeğimiz ve kaderimizdir. Sahip çıkmazsak bilinmeli ki ne söylenecek türkümüz, ne içilecek suyumuz kalır.