Millet hayatında devlet çok önemli bir güçtür. Devlet, aynı zamanda milletin organize olmuş halidir. Bu güç ne kadar iyi organize edilip güçlendirilirse, onun varlık sebebi olan millet de o kadar mutlu ve varlıklı olur. Devlet bütün kurumsal gücü ile milletin istek ve beklentilerine cevap verdiği müddetçe görevini yapıyor demektir, aksi durumda devletin gücü zayıflarsa milleti meydana getiren esas unsur olan insanlar başka mahfillere sığınmaya, oralardan güç aldığını zannetmeye başlarlar. Böyle olunca da devlet otoritesi zaafa uğrar ve devletler sonunda yıkılıp giderler.

Devletin en önemli görevlerinden biri, milletine dinini doğru ve ilmi esaslara göre öğretmesidir. Böyle olması bizim bir din devleti olduğumuz ya da olacağımız anlamını taşımaz. Çünkü bizim gibi dininin hükümlerini tam olarak bilmeden ona inanan milletlerin mensuplarını art niyetli bazı güçler kolayca yanlış yönlendirebilirler. Bunun örneklerini hem kadim ve hem de yakın tarihimizden çok iyi hatırlamaktayız.

3. Murat döneminde Astronomi bilgini Takıyyüddin efendinin devletin maddi yardımı ile 1579 tarihinde açtığı Rasathane daha sonra Şeyhülislam Ahmet Şemsettin efendinin verdiği fetva ile Kaptan’ı Derya Kılıç Ali Paşa tarafından topa tutularak yıkılmıştır. Avrupa’daki emsallerinden tam 10 yıl önce faaliyete başlayıp, Şeyhülislamın; “Gökyüzünün sırlarını bulmaya çalışan devletlerin hepsi batmıştır” fetvası ile yıkılan rasathanenin ortadan kaldırılması Osmanlı devletine çok şeyler kaybettirmiştir. Hâlbuki dinimizin böyle bir hükmü olmadığı gibi, insanların rızıklarını, yeryüzünde ve gökyüzünde aramaları emredilmiştir.

Yakın tarihimizde ise; başı secdeye gidiyor diye masum zannettiğimiz haydutların 15 Temmuz kalkışmasıyla bu millete yapmak istedikleri ihaneti hep beraber gördük ve önledik. Bu bağnazlıkları önlemenin tek yolu, devletin gerçek manada ve ilmi esaslara göre millete dinini doğru olarak öğretmesi ile mümkün olacaktır. Çünkü devlet bu görevini tam ve kâmil olarak yapmazsa araya bu görevi en iyi şekilde yapacakları iddiası ile giren gurupların bu gün dini ve toplumu ne hale getirmeye çalıştıkları ortadadır.

İkincisi devlet, milletine dilini doğru olarak öğretmelidir. Dil milletler için çok önemli bir iletişim aracıdır. Hatta milletler dili kadar millettirler bile denilebilir. Boşuna Yahya Kemal Beyatlı; “dilimiz, annemizin ağzımızdaki sütü gibidir” dememiştir. Anadolu’da; Yunus Emrelerin, Karacaoğlanların başlattığı, arı ve duru Türkçe faaliyetleri ne yazık ki, imparatorluk kültürü içinde kaybolup gitmiştir. Tanzimat’la başlayıp, milli edebiyat dönemi ile devam eden dilde yenileşme hareketleri milletin kendisini bilmede ve bulmada çok önemli bir unsur olduğu anlaşılınca, bizzat Atatürk tarafından Türk Dil Kurumu kurularak faaliyetlerine başlamıştır.

Daha sonra, 1975’li yıllarda başlayan, dilde sadeleşme adı altında, uydurukça kelimeler dilimize sokularak, milletin birbirini anlaması ve bir birleriyle anlaşmasının önünün kesilmiş istenmesi dilin ne kadar önemli ve millet hayatı için stratejik olduğunu ortaya koymuştur. Bir gün ünlü bilgin Konfüçyüs’e sormuşlar; üstat, sana bir milleti yıkma görevi verilse ilk defa ne yaparsın? Düşünmeden verdiği cevap şudur: Bana bir milleti yıkma görevi verilse, ilk yapacağım iş, o milletin dilini bozmaktır!

Demek ki bir milleti sadece topla, tüfekle koruyamazsınız. Bunların yanında dil ve dolayısı ile kültür de millet hayatı için vaz geçilmez unsurlardır. Ancak behemehâl bu görevi devlet yapmalıdır. Yapamazsa uydurukça dil ortaya çıkar ki, bu da milletin felaketi olur.

Üçüncü olarak millete tarihini devleti öğretmelidir. Bunu devlet yapmazsa, o zaman; kahramanlar hain, hainler kahraman olarak tanımlanıp, genç nesillerin zihin ve beyinleri zehirlenebilir! Bir kısmının kurtarıcı olarak baktığı kahramanlara, bir kısmı kurtulunması gerekli hainler olarak bakar! Bu durum ise devlet ve millet hayatının devamında tamiri imkânsız tehlikeler ortaya çıkarır.

Bütün bu tehdit ve tehlikelerden arınmak için bilmeli ve unutmamalıyız ki, milletine; dinini, dilini ve tarihini devleti öğretmelidir.