Basın, yasama, yargı, yürütmenin yanında toplum adına “özgür denetlemenin” ayağıdır. Görevini yapmadığında ya da görev yapamaz duruma getirildiğinde “demokrasi” tökezler. Bunun için elinde kalemi olan her insan düşünceye, bilgiye saygı göstermelidir.
Tarihte ünlü “basın yalanları” vardır: Siyasetçe yönetilir, yönlendirilir. Bozgunlar, hezimetler, yenilgiler, başarısızlıklar, beceriksizlikler “zafer” diye yutturulur. Amaçları halkı uyutarak, kendilerini güçlü göstermek, yüceltmek, Tanrı’dan güç aldıklarına inandırmaktır.
Onlara göre “padişahlar, kırallar, emirler, halifeler ‘Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesidirler’, Tanrı tarafından işaret edilip seçilmişlerdir.” Akla, mantığa, bilime, bilgiye, bilimsel yöntemlere göre değil, “yıldızlara, fallara, hurafelere, rüyalara” göre hareket ederler.
Osmanlı ordusu küçücük Balkan devletleri karşısında tarihindeki en büyük bozgunu yaşamıştır. Askerler üç harflilerden korkusuna gece kaleden çıkıp düşmana baskın-saldırı yapamadı ve tek bir silah patlatmadan Selanik’i Yunanlara teslim ettiler.
İstanbul basını, siyasetin yiyip tükettiği ordunun kahramanlıklarını yaza yaza, anlata anlata bitiremedi. Hatta Selanik’in alındığını bile yazdı. Halk inandırıldı. Ta ki, bozgundan kaçanlar, yaralananlar İstanbul sokaklarını doldurana kadar…
İlk kez Osmanlı kadının gücünden, becerisinden, sevgi ve şefkatinden yararlanarak “askerleri bakmak, tedavi etmek, yaralarını sarmak için” hemşire okulu açtı. Oysa Fılorans Naytınkel hemşire ekibiyle Kırım Savaşında yaralanan İngiliz askerlerine hizmet ve tedavi için yaklaşık yarım yüzyıl önce Londra’dan İstanbul’a gelmişti.
Üçüncü Ordu, Sarıkamış’ta Ruslarla giriştiği on beş günlük savaşta, korkunç kış koşullarına, insanları kasıp kavuran, kıran tifüs salgınına (Ordu Komutanı Hafız Hakkı Paşa bu salgında öldü), açlığa, giysilerin Doğu soğuğunu karşılayacak nitelikte olmayışına, kaçmak isteyenlerin kurşuna dizilişlerine boyun eğerek dağılıp yok olmuştur. Rus Genelkurmay kaynakları Allahuekber Dağları’nda savaşa dahil olmadan donarak ölen 27 bin Türk askerini saptayabildiklerini, imamlarla usule uygun bir biçimde toplu mezarlara gömdüklerini yazıyor.
İstanbul basını, Enver Paşa’nın talimatıyla “Sarıkamış’ta doksan bin asker tek kurşun atamadan donarak ölmüştür” yalanıyla halkın “oyalanmasını ve inandırılmasını” istemiş, “yayın yasağı” getirmiştir. Yakın bir geçmişe kadar da bu yalan sürmüştür. Hala bu yalana inananlar var.
Alman basını da, “Berlin Ruslarca işgal edilene kadar, Alman ordularının Rusya diye bir ülke bırakmadığını” yazıyordu.
Bugün Türkiye’nin yaşadığı bir yığın derdi, sıkıntısı, sorunu, acı gerçekleri var. Siyaset İngiltere’nin, Amerika’nın boşalan raflarını gösteriyor, tıpkı “Batı bizi kıskanıyor” yalanında olduğu gibi. “Salgına rağmen kalkınıp şahlanışımız karşısında şaşkınlık yaşıyorlar.”  Yönetim Türkiye’nin sıkıntılarının yazılmasını istemiyor, “yok” sayıyor: İşsizlik tavan yapmış, Türk parası yabancı paralar karşısında çok büyük değer kaybına uğramış, faiz aşağı çekilmiş ama kurun, enflasyonun, fiyat artışlarının nerede duracağı belli değil, tünel simsiyah, ucu da görünmüyor. Yürütme bizim gibi seyrediyor. Yeni açılan fabrika da yok, üretim de. Köylü ne yapacağını şaşırmış. Eğer basın düşüncenin saygınlığını, kendi içindeki ahlaksal değerleri yaşamayacak ve kavgasını vermeyecekse o zaman niye vardır? 
Yandaş basın kedi, köpek, kuş haberleri yapıyor, üçüncü sayfa haberleri geçiyor.
Suya sabuna, zülfü yare dokunmuyor, fincancı katırlarını ürkütmüyor. İktidarın pastasından bir parmak da o çalıyor ağzına. Al gülüm, ver gülüm idare ediyorlar.
Not: Türkçenin okunduğu gibi yazıldığına inananlardanım: Tren değil, tiren, grup değil, gurup, zehr değil, zehir…
Kalın sağlıcakla, sevgiyle kalın!