O klasik hikayeyle başlayalım. 

Herkesin bildiği üzere, mutsuz palyaço.

Adamın biri bir gün psikolojik yardım almak için doktora gider. 

Doktor size nasıl yardımcı  olmamı istersiniz diye sorar. 

Cevap: çok mutsuzum, yaptığım hiç bir şeyden mutlu olamıyorum.

Tedavi, terapi süreci başlar. 

Günler haftalar geçer ve adamın hayata karşı mutsuz ve hüzünlü hali hiç bir tedaviye yanıt vermez. 

Duruma karşı çaresiz olan doktor son çare olarak adamı yanına çağırır ve camdan dışarı, yolun karşısındaki sirke bakmasını ister. 

Doktor: o sirkte insanları güldüren bir palyaçonun olduğunu söyler. 

Adam: İyi ama doktor bey o palyaço benim der ve hikaye biter. 

Hayatın gerçeği başlar.

İnsanoğlu, bu mesleği yaşadığı acı tecrübelerle karakterine giydirip yoluna devam etti. 

Kaç palyaço tanırsınız bilmem ama herkes her şeyi bilmek gibi bir gaflete düşmüş. 

Anlaşılmayan ama çok anlayan insanlar olarak çoğalıyoruz.

Nerede kaybediyoruz?

Kendimizi en iyi olarak görüyoruz. 

Eksik olan neyimiz varsa saklıyoruz, gömüyoruz kimse bilmesin diye. 

Yetiniyoruz elimizdekilerle, o zamanda öğrenmek gereği duymuyoruz.

Bizden daha önemlisi yok diyoruz.

Değer vermiyoruz, kıymet nedir göstermiyoruz. 

Bir malın fiyatlandırma işlemi gibi etiketliyoruz karşımızdakini. 

En çok bilen olduğumuzu ya da ben daha iyi bilirim egosunu yıkamadığımız için kapalı algılar içinde yaşamımızı sürdürüyoruz.