Bilindiği gibi Prof. Dr. İlber Ortaylı tarih konusunda otorite olarak kabul edilen yetkin bir bilim adamıdır. Kendisini sosyal medyada takip ederim ve görüşlerine, bilgisine önem veririm. Genel olarak uzmanlık alanı dışında hüküm verici ve irdeleyici şekilde pek konuşmaz. Uzmanlık alanı dışında konuşup eleştirilerde bulunuyorsa çok önemli bir konuya dikkat çekmek içindir. En son Karadeniz konusunda bir paylaşımda bulunmuş. Yaptığı paylaşımı aynen aktarıyorum.

“Tek tek yazmak ve söylenmekle memleketteki imar çılgınlığı ve betonlaşma önlenemiyor ama neticeye bakmakta yarar var. Bizim nesil bunu gördü: 1960’larda hatta 1970’lerin başında Samsun Çarşamba’sını geçerek Rize’ye doğru gittiğimizde sonsuz bir yeşillik ama asıl önemlisi birbirinden şirin kasabalardan geçilirdi. Giresun ve Trabzon’un eski yapıları, konakları, kâgir evleri bir ustalık eseriydi ve bunu yapan ustalar da hâlâ hayattaydı. Ne oldu? Bu saydığımız şeritteki yerleşmelerde nüfus o kadar büyük patlama göstermiş değil. Zira genç nüfus oraları terk ediyor, büyük şehirlere göç ediyor. Öyleydi ve hâlâ da öyle. Etrafta yapılan acayip ve çirkin çok katlı binaların mesken ihtiyacına cevap vermesinden çok bir nevi yatırım olarak düşünüldüğü açık. Bir sürüsü boş kalacak, Karadeniz’in doğasına uymayan, kışın yağmurlu, yazın rutubetli iklimlerde sıkıntıyla oturulacak meskenler olduğu açık. Karadeniz gezisi yaptığınız zaman burada artık Karadeniz kalmadığını görürsünüz. 1966’da buradan geçtiğimiz vakit rüya gibi bir yurt parçasıydı. Eski konaklar, kâgir yapılar, yeşillik birbirini izliyordu, bakmaya doyamamıştık. Hatta gezdirmekle mükellef olduğum Danimarkalı gazeteci çifte ‘Çok hızlı gidiyorsunuz, bunların tadını çıkarmadan nasıl yazacaksınız?’ diye sormuştum. Gezinin sonunda Antep için de aynı şeyi söyledim. Çok iyi hatırlıyorum, onları Suriye’ye uğurlarken benden özür dilediler ve ‘Haklısın’ dediler. Bugün ne ben böyle bir ihtarda bulunabilirim ne de onların fazla inceleyecekleri bir şey artık kalmıştır.”

İlber Ortaylı’ya hak vermemek mümkün değil. Karadeniz ve özellikle Trabzon el birliğiyle söktüğümüz yeşiliyle, kirlettiğimiz deniziyle ve kültürümüzün mühürlerini sökercesine tahrip ettiğimiz karakteristik tarihi yapılarıyla elimizden akıp gidiyor.  Ne denizin, ne geleneksel özgün yapılarımızın, ne de yeşilin değerini bilmiyoruz maalesef. Dışarıdan bir misafirimiz gelse gezdirip gösterebileceğimiz spesifik ve karakteristik bir Trabzon imgesi kalmadı desek abartmış olmayız. Nereye getirip işte Karadeniz’in incisi Trabzon’un görülecek yeri burasıdır diyebiliriz? Etrafını imarsız plansız beton yapılarla rezil ettiğimiz Uzungöl’e mi, nostaljik havasından çok uzak Ganita’ya mı, Trabzon’un balkonu, halkın sayfiye yeriyken bedevi mantığıyla tarumar edip yağmaladığımız Boztepe’ye mi, yoksa nasıl yandığı hala şaibeli olan Çamburnuna mı? Hadi hepsinden vazgeçtik, gelen misafir Trabzon bir sahil şehri, deniz kültürü olan bir yer deyip denize girmek istese hangi mavi bayraklı sahilimize getirip denize yönlendirebiliriz? Hadi diyelim denize girmekten vaz geçti, sahilde yürümek istedi, ne yapacağız? Misafirimizi İzmir’in kordon boyu olabilecekken, Trabzon’un çevresinden geçirmemiz gereken otoyolu tam denizin dibinden geçirmemiz nedeniyle bir patika yol genişliğine hapsettiğimiz sıkışık bir sahil şeridine mi yönlendireceğiz? Maalesef yapabileceğimiz tek şey henüz insanların yağma etmeye fırsat bulamadığı birkaç bakir yaylaya getirmek olabilir, o kadar.

Daha pek çok şey söylenebilir ama fazla söze gerek yok. İlber Ortaylı durumu çok güzel ve çok net ifade etmiş. 

Güle güle Karadeniz, affet bizi Trabzon.