Gerçekleri görmek için aynanın arkasına bakmayı bilmeliyiz. Yani bazen gerçekleri durduğumuz yerden göremeyiz, bazen de baktığımız yerde göremeyiz.

Yeni pencereler, paradigmalar gerekir.

Ortadoğu tam anlamıyla böyle bir yer. Ancak mikro düzeyde Hatay benim yaklaşık beş yıldır, ısrarla ve inatla dikkat çektiğim bir yer.

Toplum olarak bazen cambaza baktığımızı, baktırıldığımızı fark etmeliyiz.

Bugün siyasetin gündemi maalesef ülkenin gerçek gündeminden ve gelecek gündeminden uzak.

Takip ederken ülke adına endişem, hayal kırıklığım artıyor.

Ben, sen, biz değil ülkem diyerek yol, yöntem belirleyen yok. Ben Suriye'den yoğun insan akışı olan Hatay'a bir kez daha dikkat çekmek istiyorum. Çünkü Hatay bilindiği üzere Türkiye'nin de Suriye'nin de geçmişte sorunlu olduğu bir bölgedir.

Hatay, Lozan antlaşmasıyla Türkiye- Suriye sınırları çizilirken Türkiye sınırları dışında kalmıştı. 1936 yılında Fransa, Suriye'den çekilirken İskenderun Sancağı(Hatay) üzerindeki hak ve yetkilerini de Suriye'ye bıraktı. Türkiye ise bunu kabul etmedi ve Hatay'a da bağımsızlık verilmesini talep etti. 27 Ocak 1937’de Cenevre’de toplanan Milletler Cemiyeti, Hatay’ın bağımsızlığını kabul etti ve bir seçimle nüfus çoğunluğunun tespit edilmesine karar verdi.

Ardından ise halk tarafından ve tarafsız yapılan seçimlerin neticesinde 2 Eylül 1938 tarihinde bağımsız Hatay Cumhuriyeti resmen kurulmuştur. Daha sonrasında statü gereği Suriye'ye olan bağımlılığı sorun yarattığı için ve Hatay'ın biran önce Türkiye’ye bağlanma arzusu doğrultusunda yapılan siyasi, sosyal, kültürel, ekonomik ve adli düzenlemelerle Türkiye ile bütünleşmenin eşiğine gelen Hatay Cumhuriyeti 23 Haziran 1939 tarihinde ortadan kalkarak Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin bir vilayeti haline gelmiştir.

Mevcut konjonktür düşünüldüğünde Hatay'ın; geçmişte müstakil cumhuriyet iken halk referandumu ile Türkiye'ye ilhak olduğundan ve aynı milletlerarası hukuki hakkı saklı olduğundan, çoğalacak muhalif seslerin öncülüğünde ne Suriye ne Türkiye diyerek tertip edilecek halk referandumuyla ve sosyo-politik unsurların da yardımıyla Türkiye'den tek kurşun atmadan ayrılması içten bile değildir.

18 Aralık 2010'da Tunus'ta başlayan sonra Suriye'ye ve ardından ise Hatay'dan kapımıza dayanan bahar rüzgarının, demokrasi ihraçlarıyla üstü örtülen farklı projeleri kapsadığı aşikardır. Yani öncelikle farklı ülkelerde kürt devletlerinin kurulması, Kürdistan'ın tanınması, sonrasında Hatay'ın Türkiye'den ayrılması ve Büyük Kürdistan ve ardından Kürdistan'ın ABDİsrail- AB katkısıyla Büyük İsrail'e dönüştürülmesi gerçeği vardır.

Hatay, oluşturulacak Kürdistan hattının Akdeniz’e açılan kapısıdır.

Böylece İsrail, Barzani ile rahatlıkla ulaşım sağlayacaktır. Bu durum lojistik ve manevra kabiliyeti için de önem arz eder.

Burada Kürdistan hayalinin mimarının dede Barzani olduğunu ve Barzani'nin Yahudi olduğunu vurgulamak gerek.

Çok gündem yapılamasa da bu konuda ülkemizde yayınlanan kitaplar var.

Dünyada kürtçe konuşan Yahudi varlığı da azımsanmayacak kadar çoktur. Kürt nüfusun içinde kripto Yahudi fazladır.

Bu unsurların görünürde uyuduğunu düşünebiliriz ancak yüzyıllık planlarında “artan ivmede” ilerlediklerini görebilirsek esasen her zamankinden uyanık olduklarını anlayabiliriz.

Kendisi de bir Kürt Yahudisi olan Los Angeles- Californiya Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Yona Sabar’da 1982 yılında yazdığı kitapta Barzani ailesinin 17.Y.Y'da Haham yetiştirmekte öncülük yaptığını, sonraki yıllarda da Musul, Kerkük, Erbil'de bu ailenin etkili olduğunu belirtmesi sanırım bizi “dostum Barzani derken veya diyen için” iki kere düşünmeye sevk eder. Etmelidir.

İdlip diyerek neden Musul, Kerkük, Erbil'deki tarihi haklarımızdan vazgeçtik. İşid diyerek o bölgenin demografisinin değişmesini neden izledik?

Bunlar ayrı ve uzun ele alınmalıdır.

DEVAMI VAR...