Anımsarsınız, çıraklık yıllarında sürekli mızmızlanıp; “hükümet olduk ama iktidar olamadık” diye dert yananlar! Görülen o ki, şimdilerde iktidar olmanın bile kesmediği akla zarar bir tatminsizlikle, kendilerini devletin yerine konumlar oldular! Oysa bilmiyorlar ki; siyasal iktidarlar devlet adı verilen en üst organizasyonun sahip olduğu egemenlik yetkisinin sadece belli bir kısmını kullanan, sonuçta devlet otoritesine işlerlik sağlayan bir araçtır.

Dolayısıyla, Devlet ile Siyasi iktidarı eşanlamlı kullanma ısrarı maksatlı olup, kavram kargaşası yaratmaya yöneliktir!  Devletin en belirleyici özelliği, biraz öncede ifade ettiğim gibi egemenliği kullanan kurum olmasından kaynaklanır. Siyasal iktidarlar ise, yasama organının (meclis) katılımı ve onayı ile tüm bireylerin uymak zorunda oldukları politikaları, Anayasaya göre belirleyen devleti ya da ulusu yöneten kurumdur. Yönetenler toplum üzerinde iktidar uygularken, eylemlerini hep devlet adına gerçekleştirirler; ancak bu durum onları asla devlet olarak konumlandırmaz.

Kant’a göre Devlet, hukuk yasaları bağlamında bir araya gelmiş insan topluluğunun birliğidir.  Amacı, bireyin iyiliğini gözetip, gönencini yükseltmek olan devletin varlık nedenlerinden egemenlik, siyasal iktidar “yürütme” eliyle kullanılır. İktidarı kullananlar, ülkede yaşayan bütün insanlar için bağlayıcı kararlar alıp, kurallar koyarken ve bunları uygularken, hep devlet adına hareket ederler.

Hiç kuşkusuz, Devlet ve Hükümet arasında eşgüdüm söz konusudur, fakat temel ve kalıcı unsur devlettir. Hükümet ise devletin yönetim gücünü kullanan siyasal iktidardır. Hükümetler bu gücü belirli bir süre içinde kullanırlar. Demokratik toplumlarda genelde seçimle iş başına gelen hükümetler, görev süreleri dolduğunda yeniden secime girerek halkın desteğine başvurmak zorundadırlar. Zira toplumun haklarını korumakla ödevli hükümetlerin meşruiyeti, yönetilenlerin rızasından doğar. Siyasal iktidar amacı dışında hareket ediyor ve bu durum süreklilik gösteriyor ise meşruiyetini kaybeder.

Bütün siyasal topluluklar ve adına devlet dediğimiz en büyük organizasyonlarda, mutlaka bir siyasal iktidar ve bu iktidarı kullanan;  yani karar alma, emir verme ve bu karar ve emirleri gerektiğinde zora başvurarak yürütme gücüne sahip kişi veya kişiler daima mevcut olmuştur. Ne kadar itiraz etsek te bu evrensel bir olgudur.

Cumhuriyetimizin de bu bağlamda kendinden önceki dönemlerden devraldığı bazı süreklilikler üzerine inşa edildiği de yadsınmaz gerçekliklerden biridir. Dolayısı ile; Türk Siyasal Hayatına yansımış olan Devlet ve Hikmet-i Hükümet geleneği, yani devletin önem açısından üstün konumu, kurumlarıyla görünür olmasından daha fazlasının ifade ettiği ve devletin yüce menfaatlerinin söz konusu olduğu durumlarda her türlü kuraldan muaf tutulması gerekliliği, ilk Türk devletinden günümüze değişen güç dengeleri ile uyumlanıp kendini güncellediği ve bu durumun siyasal kültürümüzün dirençli bir niteliği olduğu düşünülmektedir!

Özetle; Dünya üzerindeki hemen hemen her devletin, belli ölçülerde de olsa “Hikmet-i Hükümet” anlayışının etkisi altına girebildiği ve şu ya da bu gerekçelerle, hukuk dışı eylemlere başvurabildiğidir.

Bu kabulleniş birilerinin iştahını ziyadesiyle açmış olsa da; salt fiziki zorlama gücüne ve kaba kuvvete dayanan bir iktidarın uzun süre varlığını sürdürebilmesi, günümüz dünyasında çokta olanaklı görülmüyor. Onun içindir ki iktidar sahipleri, toplumu daima hükmetme ve yönetme gücüne değil, fakat aynı zamanda kendilerinin emretme ve yönetme hakkına da sahip olduklarını inandırmaya çalışırlar!

Oysa İktidarın rastgele elde edilmeyip bir hakka dayandığı fikrinin kabul edilmesi ölçüsünde o iktidar meşru bir iktidar olur. Meşru bir iktidara itaat de yönetilenler için bir görev haline gelir. Baskıya karşı direnme hakkının kullanılmasında en önemli unsur, iktidarın meşruiyetini kaybetmesidir.

Bir ülkenin veya toplumun devleti, kendi ülkesinde yaşayan tüm insanların yaşam ve diğer haklarını korumak ve bunları güvenceli bir düzene bağlamak zorundadır. Aksi halde kendi varlık nedenine aykırı hareket etmiş olur ki bu durumda meşruiyetini kaybeder.

Hukuk düzenlerinin meşruluk ölçütü özgürlüktür. Özgürlüğü sağlayamayan hukuk düzenleri meşruluklarını yitirirler. Açlığa, baskıya, yoksulluğa ve birçok sıkıntıya zamanla alışabilen insan, aynı tahammülü, adaletsizliklere ve haksızlıklara karşı göstermemiştir.

İnsanın doğasında var olan bu tepkiyi söküp atmak ise onun varlığını yok etmekle eş anlamlıdır. Bu nedenle; insanın baskı, zulüm ve haksızlıklara karşı tepki vermesi, yani özgürlüğü için direnmesi, onun en doğal ve devredilmez hakkıdır.

Güzel bir hafta dileklerimle.