Klasik Türk Müziği’nin Velûd Bestekârı HACI ARİF BEY

Merhaba sevgili okur

Bu hafta sizlere Klasik Türk müziğinin önemli isimlerinden birinin, Hacı Arif Bey’in hayatından ve müziğimize bıraktığı mirastan biraz bahsetmek istiyorum. Müzikle özellikle Klasik Türk Müzik ile yakından ilgilenen tutkunlar bu isme aşinadır belki. Ama isterim ki hüzünlü nağmelerin bülbülü Hacı Arif Bey’i bu satırlarla anmış olalım.

Hacı Arif Bey 1831’de İstanbul’da dünyaya gelmiş. O dönemde Eyüp Mahkemesinde yazı işleri müdürü olan babası Ebubekir Efendi oğluna Arif adını verir. Oturdukları Eyüp semtinin o manevi havasından da etkilenerek büyüyen küçük Arif nezaket, konuşma ve davranış kuralları, dini eğitim, adalet ve pek çok alanda ailenin özel dikkati ile yetişir. Beş yaşına geldiğinde klasik mahalle mektebi ritüelleriyle başladığı eğitim hayatında okuduğu ilahilere usulen uyuşu ve sesinin güzelliği ile dikkat çeker. O vakitler mekteplerde bu tarz yetenekli çocuklar himaye edilmek için kendilerinden büyük çocukların gözetimine verilirdi. Kuvvetli ezberi, parlak zekâsı, sempatik halleri ve coşkulu sesiyle dikkat çeken Arif de kendisinden altı yaş büyük Mehmet Zekai adında bir delikanlı ile buluşturulur. Belli bir döneme kadar Mehmet Zekai ona bütün bildiklerini temrin ettirir.  Eğitimleri esnasında görür ki Arif çok parlak bir öğrencidir. Ona yetememeye başladığında artık onun daha iyi bir eğitim alması için hocası bestekâr Eyyubi Mehmet Efendi ile görüşür. Ve küçük Arif’in yeteneklerinden bahseder. 

Hacı Arif Bey Kimdir? Hayatı ve Eserleri

Bestekâr Eyyubi Mehmet Bey aynı zamanda mahalle mektebinde öğrenci yetiştirmenin yanında sarayda Mızıka-i Hümayunda da dersler vermekteydi. Mızıka-i Hümayun, kostümü, donanımı ve örgütlenme şekli itibarı ile Avrupa standartlarında bir ordu olan Asakir-i Mansure-i Muhammediye'nin yapısına uymadığı gerekçesi ile kaldırılan Mehterhane-i Hümayun'un yerine kurulan askeri bir bandodur.  Dipnot bir bilgi olarak ilave edeyim kuruluşunda başına, 17 Eylül 1828'de bir İtalyan müzik adamı olan Donizetti paşa getirilmiştir. Bir ayru-ıntı bilgi daha ilave etmek isterim. O da şu ki; Mızıka-yı Hümayun, için 1957 yılında çıkarılan 6940 sayılı özel kanundan sonra uluslararası platformda da adını duyuran Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası'nın da çekirdeği sayılır. Her neyse gelelim Arif Bey’in yaşam akışındaki olaylara. Mehmet Zekai’nin bu uyarısı karşısında Arif konusunda daha dikkatli olan Eyyubi Mehmet Bey ondaki ışığı hemen fark eder. En zor besteleri bile bir dinleyişte ezber etmesi, usulleri hatasız bir şekilde layık-ı veçhiyle yapması, etkileyici sesi Eyyubi Mehmet Beyi de büyüler. Onu öğrenciliğe kabul eder. Belirli günlerde gelip ders vermeye başlar. Bu arada hatırlayamayanlar için açıklayalım dize vurularak makamların söylenmesine usul denmektedir. En zor usulleri başarıyla tekrarlar, kısa süre de otuz makam öğrenir. Bir süre sonra elinden tutup hocaların hocası Hamamizade İsmail Dede Efendi’ye götürür. Onun Klasik Türk Müziğine başlama yolculuğu böylece gerçekleşmiş olur.

Eğitim hayatı boyunca ilgilenir, mezuniyetinden sonra onu devlette bir kaleme memur olarak girmesini sağlar. Böylece genç Arif Efendi’nin sesi ve yeteneği hocalarının özel dersleri, evlerinde ziyaret, kalemdeki memuriyeti ve Mızıka-i Hümayun arasındaki bir yoğunlukta yoğrularak geçer. Adı ve namı musiki çevrelerinde duyulmaya başlar. İsmi taaa Sultan Abdülmecit’in kulağına kadar gider. Huzura çağrılır,  birkaç şarkı terennüm eder. Genç Akif’in hayatında baş döndürücü güzellikte anlardır bunlar.  Kendisi de müzisyen olan Sultan Abdülmecit bu sese hayranlık duyar. Tebrik etmek için yanına çağırır, görgüsü bilgisinin yanında nezaketi ve beyefendiliği ile de örnek bir genç olduğunu görür. Onu Harem-i Hümayun’un musiki öğretmenliğine tayin eder. İşte bu noktadan sonra genç Arif Efendi artık mabeynci yani saray memuru olur. Mabeynci olmak demek tüm üst düzey görevlere kapı açılması demek anlamına gelmektedir. Ve kalemde memur olan genç Akif Efendi saraylı hanımlara ya da saray hizmetleri için yetiştirilen genç kızlara müzik dersi veren Akif Bey olarak anılmaya başlar. Müzik çalışmaları bir hayli yoğun geçmektedir. Müziğe müptela derecesinde sevgi duyan bestekâr Akif Bey Klasik Türk Müziği’ndeki ‘Kürdilihicazkâr’ makamı ve "Müsemmen" usulünün de üreticisi yani icat edeni(mucidi)dir. 1000’e yakın eser bestelediği söylense de sadece 337 parçası notalarıyla günümüze kalmıştır. Bunun 327'si şarkı, 10'u öteki formlardaki eserlerdir. Bu 10 eserin de altısı ilahi, biri tevşih, biri durak, biri beste, biri de yürük semaidir. Müzik tarihimize baktığımızda gerek besteleri ve üretkenliği gerekse döneminde çok etkili hocalığı yanında onu takip ve taklit eden çok fazla sayıda müzisyenin yetişmesi 19. yüzyılın en önemli Klasik Türk müziği bestekârlarından biri olarak anılacağının emareleridir.

Başından geçen hüzünlü bir aşk hikâyesini de yer gelmişken paylaşmak isterim. Akif Bey genç yakışıklı bir delikanlıdır. Haremin meşkhanesinde saraylı kadınlara, cariyelere, saray hizmetleri için yetiştirilen genç kızlara ders vermekte iken Çeşmi Dilber adlı genç bir cariyeye gönlünü kaptırır. Suyun testiden sızması gibi sızar bu aşkın emareleri. Ve bu hoş karşılanacak bir durum değildir. Hele sarayda müzik icra etmekle görevli bir memurun bu gönül muaşakası dönem gereği kontrollü ilişkiler içinde olan insanların dikkatini fazlasıyla çeker. Dedikodular ayyuka ulaşır. Durum Sultan Abdülmecit’in kulağına ulaşır. Bu nahoş hali bertaraf etmek için derhal Çeşmi Dilberle Akif Bey evlendirilir. İstanbul’da Taşlık denen bir mevkide bir taş konak hediye edilip bin kuruş maaş bağlandıktan sonra apar topar saraydan uzaklaştırılır. Bu durum her ne kadar usulüne göre uygulanmışsa da Akif Bey yeni yaşamındaki değişimin ve bu yanlışından dolayı bir nevi saraydan sürgün edildiğinin farkındadır. Ne çare ki elden bir şey gelmez. Ahlaka şiddetle mugayir bu hal ancak böyle bir evlilikle paklanacaktır dönem toplumunun huzurunda. Öyle de olur olmasına da Akif Bey çok mutlu değildir. Cemile ve Nebiye adında iki kız çocuğu da dünyaya gelmiştir. Ama bir gün sebep nedir bilinemez -tarihler yazmadığı ya da biz yeterince derine inemediğimiz için- nedendir bilinmez Çeşmi Dilber Akif Beyi ve evlatlarını bırakıp gider. Bu terk ediş çok ağır gelir Akif Bey’e.  Gençlik helecanıyla kapıldığı rüzgârlar bir dönem ona dingin bir aile babası rolü biçmiş olsa da Dilber’in gidişiyle birlikte özellikle çevrenin söylentilerinden dolayı huzursuz, tatsız buhranlı bir dönem başlar hayatında. Hüznünü, acısını kalbine gömer yeniden müziğe döner, sayısız besteler yapar. Hayat onun naif kalbini epey hırpalamıştır. Hüzünlü ve bir suçlu gibi ama şikâyet etmeden yaşamını sürdürmeye çalışır.

-*-*-*-*-*-*-

Aradan geçen yıllar sadece kalbini yormamış; takvimlerden yaş almasına da sebep olmuştur. Artık otuzlu yaşlarında genç bir bestekârdır Akif Bey. Yine duygular denizinde savrulduğu zamanlardan birinde bir gün Sultan-ı Irak makamında bir beste yaparak Sultan Abdülmecit’e ithaf eder. Bestesi sarayda Sultana takdim edilir. Ve Akif Beyin çalkantılı yaşamından, acılarından da haberler iletilir padişaha. Abdülmecit onu saraya çağırtarak, eski görevlerini kendisine iade eder. Talih rüzgârı ondan yana esmeye başlamış gibidir. Akif Bey için sarayda olmak yani mabeynci olmak yaşamında ona sunulan ikinci bir lütuftur. Ama gelin görün ki Akif Beyin muaşaka müptelası kalbi yeniden başka bir güzele aşina olur. Aynı hatayı yine yapar. Yine ders verdiği öğrencisi olan Zülf-i Nigar Hanıma vurulur. Saray odalarında kulaktan kulağa dolaşan dedikodularda adı uygunsuz bir şekilde bir gönül muaşakasıyla anılınca Zülf-i Nigarla acilen baş göz edilip saraydan uzaklaştırılır. Kalbinin sesine çok fazla uyan musikişinas bu genç adam daldığı tatlı hülyalardan bu sürgünlerde acı şekilde uyanır. Ancak geç olduğunun farkına varır. Bir süre bu evliliğinde mutlu olduğu da görülür. Artık Akif Bey de yıllar içinde dem almış, o toy halleri yılların rüzgârıyla uçmuş karakteri oturmuştur. Aile olmanın müşfik ve munis tatlılığıyla doludur günleri. Çok geçmeden Zülfi Nigar’dan Rabia adında bir kızı dünyaya gelir. Zülfi Nigar vefalı güzel yüzlü, tatlı sözlü bir hanımdır. Fakat feleğin sillesi bu sefer terk eden bir eşin yaşattığı acıdan değil Azrail’den gelir. Genç yaşta verem illetinden ölür Zülfi Nigar. Aralarında gerçek bir bağlılık, sevgi, muhabbet olan bu kumruları ayıran ölümdür. Gönül işlerinden yana talihsiz olan Arif Bey ikinci eşi Zülfinigar’ı kaybetmenin acısıyla tüm hissiyatını ‘Olmaz ilaç sine-i sad pâreme’ mısraı ile başlayan segâh makamındaki şarkıyı besteler. Şarkının bir dörtlüğünü hatırlatayım isterim.

Olmaz ilaç sine-i sad pâreme

Çare bulunmaz bilirim yâreme

Baksa tabiban-ı cihan çâreme

Çare bulunmaz bilirim yâreme

Akif Bey daha önce hiç tatmadığı bir ıstırapla sarsılmıştır. Çok üzülür. Büyük hüzünlere düçar olur. Elden gelen bir şey yoktur son raddede. Artık devir de hızla değişmiştir. Osmanlının o eski ihtişamlı zamanları çoooktan geçmiştir. 1699’da Karlofça Antlaşması’nın imzalanmasıyla başlayan Gerileme dönemi o sıra tahttaki padişah II. Mustafa'nın ihtişamlı mazisi eskide kalmıştır. Devlette her kademede yaşanan sıkıntıların bireyin yaşamını da etkilemeye başladığı bir gerçektir. Akif Bey kendi dertleriyle mütevazı yaşamını sürdüredursun dönem tarihine şöyle bir göz atalım isterim.

                Takvimler 1861’i gösterdiğinde Akif Bey’i sarayda uzun yıllar muhafaza eden, görev veren Sultan Abdülmecit ölür yerine Sultan Abdülaziz gelir. Sultan Abdülaziz’de musikişinas ney ve lavta çalan biridir. Bunca duygusallığı bir yana sert ve disiplinli bir padişahtır Abdülaziz. Akif Bey’i de ta şehzadeliğinden beri tanır, takip eder.  Eski hataları yüzünden artık saray dışındaki yaşamı son derece sessiz devam eden Akif Bey’in namı saray sohbetlerinde unutulmamıştır. Çılgın bir kalbin sahibi müzik adamı Akif Bey’i tekrar saraya davet eder. Harem-i Hümayun’da serhanendelik ve meşk hocalığı görevine getirilir. Bu görevi on yıl boyunca sürdürecektir. Ama kalbi her daim adeta bir müzik ritmi gibi uçuşan bu adam Pertevniyal Valide Sultan’ın nedimelerinden Nigarmik adlı bir kıza aşık olur. Pertevniyal Valide Sultan Akif Bey’i Nigarmik’le evlendirir. İrade-i seniyye ile 40 altın maaşla saraydaki görevinden gönderilir. Taşlık’ta ki konağı satar, Zincirlikuyu ‘da bir çiftlik alır. 1876 yılına kadar Şura-yı Devlet’te kâtiplik ve Beykoz’da Maliye Müdürlüğü görevlerinde bulunur Emeklilik günlerini ilerleyen yaşında Zincirlikuyu’da ki çiftlikte geçirmeye başlar. Eski şaşaalı yaşamına göre münzevi bir hayattır bu. Bu süre zarfında besteler yapar, bestelerini Sultan Abdülaziz’e sunar. Bu bestelerden büyük bahşişler alır. Sadece o kadardır ama. Son derece eli açık yaşamaya alışmış biri için çok yeterli gelmez geliri. Fakat bu dönemde yaptığı besteleri sayesinde ünü imparatorluk sınırlarında her köşeye yayılır. Her musiki meclisinde zevkle okunur. Her gittiği yerde büyük itibar görür. Yetiştirdiği pek çok talebesi vardır ve bir ekol olmuştur. Onun ekolünü takip eden bir güruh oluşur. 19. yüzyl saray müziğine damgasını vuran büyük bir bestekâr olduğu bugün bile kabul gören bir savdır.