Demokrasiyi uğruna mücadele edilmesi gereken “bir yaşam biçimi” değil de, bir “özlem” olarak değerlendiren toplumlarda, yarınlar hep özlemle beklenir… Tıpkı Godot’u bekler gibi! Yarınlar için sahte umutlar ve sanal kahramanlar üretilir!
İçinde yaşanılan yabanıl sürecin sona ereceği günler beklenir ama nafile bir bekleyiştir bu… Günler günlere, aylar aylara eklemlenir gider. Bu kez geçiş süreçlerine umut bağlanır, şimdilerde zaman aşımı yaşansa da! Yaklaşık her on yılda birinin gidip, bir diğerinin hemen arzı endam ettiği! geçiş süreçleri!

Ve sonuçta mutlaka bir gün bekleyişin mağduru kitleler edilgenleşip, teslim alınırlar! Bu da yetmez, teslimiyetin dayandırıldığı korkudan ve korkunun tırmandığı şiddetten yararlanılarak yozlaştırılır! Böylece toplum giderek, “demokrasi de ne ola ki?” noktasına sürüklenir ve proje gerçekleşmiş olur.

Ben şahsen bu değerlendirmenin hiçbirimize yabancı gelmediği kanısındayım! Ama yine de kim nasıl düşünürse düşünsün, nasıl kurgularsa kurgulasın, Türkiye’nin ter türden çeteleşmenin ekilip biçileceği bir mayınlı toprak parçası değil, tohumlarının 1923’den bugüne serpilmiş demokratik yapılanmanın ürünlerinin boy attığı, ama halen örgütlü halk yığınlarının demokratik sürece katılımında, özellikle sorunlu olduğu gerçeğini asla göz ardı etmeyeceğim.

Demokrasiyi bir yaşam biçimi olarak algılayanlar, bu sürecin yaşanması gerektiğine de inanırlar. Olup bitenleri; Demokrasiye, hukuk devletine ve tüm özgürlüklere ulaşmak adına gerekli sancılar ve acılar olarak değerlendirirler. Koşullar ne dayatırsa dayatsın, halkımızın bu çeteler savaşından, baskıdan ve en önemlisi siyasi vesayetten kararlılıkla kurtulacağına inançları tamdır. Ancak tarihin hiçbir evresinde hazıra konmak gibi bir durum tespiti yapılmamıştır!

Yurdumuzun, tacizcilerin, tecavüzcülerin, yetmedi şimdi de gözden düşmüş “organize suç örgütü liderlerinin” kafasına her estiğinde, fütursuzca işbaşı yaptığı bir coğrafyaya dönüştürülme çabaları ve bu durumun suskunlukla izlenmesi kabul edilebilir değildir.

Böylesi ortamlarda iki ayağın üzerine doğrulup “durun bakalım, paylaşamadığınız nedir?” diye sorgulamak varken, yurttaş olma sorumluluğunu unutup, üç maymuna nazire yaparcasına olup biteni halen “ kendi aralarında ki hesaplaşmaya” yorup ağzını, gözünü, kulağını hatta yüreğini kapatarak “dur bakalım ne olacak” diye ısrarla savsaklayanlar!

“Saati ayrılığa kurmuşum

Olmaz teslimiyet!

Ziyan aklım senle bozmuşum, içerim felaket…” diye meydan okuyan ozanı duyuyor musunuz?

Biliyorum, bilmekteyim; belki de en yakınınızla dahi paylaşamadığınız, daha da yoğun duygular yüreğinizi yakıp kavursa da, yine midye misali içine kapanmaktan asla yüksünmezsin! “… Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani, hani derya içinde olup deryayı bilmeyen balıktan da tuhaf ve bu dünyada. Bu zulüm senin sayende… canım kardeşim…”

Malum,  haini olduğu kadar seveni de bol bu memleketin. Dediklerine göre sevdalısı kadar, delisi bile bol. Baksanıza biri marina diyor, bir diğeri mafya!.. birileri çökmeci diyor, bir diğeri köfteci!.. Dijital çağa uyumlu Videolu ya da ekranlardan sesleneniyle!.. “yedirmem ulan – yemem ulan” naralarının dört koldan atıldığı, sevdalısı da, delisi de bol bildiğiniz tam da Orwell’in Hayvan Çiftliği!

Bir ara “makbul mafya” statüsünde yönetim bürokrasisiyle samimi pozlar verip hatta onlar adına mitingler düzenlerken, makas değişikliğinin gadrine uğrayarak! Gözden düşmek de Susurluk örneğinde olduğu gibi bu işin fıtratında var!  Zira siyasi ve idari otoritedeki değişiklikler makbul ile makbul olmayanların mücadelesinde kimin öne çıkacağını belirler! Mafya siyaset ilişkisi sadece bir siyasi anlayışın mafyadan yararlanması şeklinde gelişmiyor, aynı zamanda siyasal birtakım işlerin mafya eliyle görülmesini de içerir. Susurluk ile iş insanları, gazeteciler ve siyasetçilere yönelik 90’ lı yıllarda ki suikastlar arasında bağ olduğu gibi.

Toplumun bu tedirginliğinden ve üzerine abanan karanlıktan kimse umutlanmasın. Bu cinnet ve geçici körlük dönemi mutlaka aşılacaktır. Nasıl aşılması gerektiğinin yol haritası (Kuruluş Felsefesi)önümüzdedir. Kulaklarına kar suyu kaçanların! değişiyle “çatlak sesler” bize göreyse “Batan Gemiyi Terk edenlerin”  İTİRAF çığlıkları gök kubbeyi çınlatıyor. Duyuyor musunuz?

Güzel bir hafta dileklerimle.