İnsanlar yaşla değil, akılla, bilgiyle, beceriyle; yıllarla değil kazanımlarıyla büyür, olgunlaşır, kemale ererler. 80-90 yaşına gelmiş ama hala dünyayı, hayatı anlayamamış, yalanla, hurafelerle beslenen insanlar var. Okuryazar olmalarına karşın bir tane kitap okumadan ömrünü tamamlayanlar var. Kuran’ın ilk ayeti “oku” olmasına karşın “Tanrı’nın huzuruna” hangi yüzle çıkacaklar, doğrusu merak ediyorum?


Bir bebeği düşünün: Ayakları üzerinde durduğunda, ilk adımını attığında, ilk kaşığı ağzına götürdüğünde, o kadar çok inanır, güvenir ki kendine, “ben büyüdüm” dercesine bir daha annesinin elini tutmasını, yemek yedirmesini istemez. Bu “büyüdüm” derler, kimsenin aklını beğenmezler, kimsenin deneyiminden yararlanmak istemezler. “Tehlikeleri” görmez, bilmez, öğrenmediği için de korkmaz. Kafasını, gözünü patlata yara, ellerini, ayaklarını, dizlerini savaş meydanlarına çevire çevire, düşe kalka istediklerini yapmaktan vazgeçmezler. Kendilerini kanıtlamak için korkusuzca hareket eder, engellemeler karşısında basar bağırır, ağlar, zırlar, ortalığı birbirine katar, dediğini yaptırır, pes etmezler.


Özgüvenleri yüksektir. Utanması, ayıbı, günahı, yasağı yoktur. Derdi kendisi olmaktır, kendini yaşamaktır, oyunlarla, jestlerle, mimiklerle kendini anlatabilmektir. Ne zaman ki, toplum adına, din adına, ahlak adına vücuduna, beynine soyut kavramlarla yasaklar konmaya başlar, çocuk “kendisinden” koparılır, özünden geldiği gibi değil, başkalarının istediği gibi yaşamaya, hareket etmeye zorlanılır. Ayıbı, günahı, utanmayı ve yasağı öğrenir; onlarla doğallığın dışına çıkarılır, cennette cehennem yaşatılır. Ondan sonra bedeni, ruhu, gönlü ile aile ve toplum çatışmaları, bocalamaları sıradanlaşır.


Diğer canlıların yavrularını düşünün; son derece doğaldırlar; yürümeyi, uçmayı, yüzmeyi, karnını doyurmayı öğrendikleri an yuvayı terk ederler. Bir başlarına hayat mücadelesini sürdürürler. Ayakları üzerinde durabilmek için yaşam koşullarıyla boğuşurlar. Yaşamla çelişmezler. Yalnız insan yavrusudur ki, uzun süre başkasının bakımına muhtaçtır ve hayata hazırlanmak zorundadır. Hazır yiyerek, hayat mücadelesine katılmadan beslenir, büyütülür.
Bir kedinin, bir tilkinin, bir balinanın, bir aslanın, bir köpeğin yavrusuna verdiği “hayata hazırlık, yaşam koşullarıyla mücadele, karın doyurma, ayakları üzerinde durma, düşman belletilenlere karşı savunma ya da saldırı eğitimi” ne yazık ki, tüm okullara, tüm deneyimlere, tüm bilgi-beceri birikimlerine rağmen gerçek dışılıklarından ötürü pek çok gence kazandırılamıyorlar…


Toplumsal değerler (gelenek, görenek, ahlak) soyuttur. Çocukların yetişmesinde, hayatı öğrenmesinde, hayata hazırlanıp kazanmasında toplum tarafından o denli önemseniyor ve benimseniyor ki yaşamın amacı oluyorlar. Çocukların gerçekle eğitimini geciktiriyor, hayatı öğrenmesini engelliyor. Doğru gibi görülen yanlış telkinler, öğütler, verilen örnekler, kazandırılan “insanın insana bağımlılığı” gibi alışkanlıklar, çocukların “tek başlarına başarmaları gerekenleri” durduruyor. Büyüdüklerinde de yanlarında bir anne, bir baba, bir koca olmadan hayat mücadelelerini tek başlarına sürdüremiyorlar. Oysa çocukluğundan itibaren bir insan “tek başına mücadele etmesini” öğrenerek kişiliğini, karakterini, özgüvenini kazanıp ayakları üzerinde durmayı becerebilmelidir.

Bu yüzden geleneksel kültür ve eğitim kız çocuklarının kişilik zayıflıklarına, özgüven yoksunluklarına neden olmakta, hayat mücadelesini tek başlarına yapmalarını olanaksızlaştırmaktadır. Kocalar da, güvenmedikleri için kıskançlık sendromuna sığınarak eşinin çalışmasına izin vermemektedir.
Okutulmayan, (okumak kadının kurtuluşudur, cahil bırakılmaksa köleliğidir), ekonomik özgürlüğünü kazanamayan, küçük yaşta imam nikâhı ile evlendirilerek koca eline mahkûm bırakılan kadıncıklar, her türlü şiddete, dayağa, hakarete, suçlanmaya, aşağılanmaya, darba, yaralanmaya, bıçaklanmaya, öldürülmeye açık hale getirilmektedir, ya da evini, barkını, çoluğunu çocuğunu terk etmekte, ikinci, üçüncü kocaya kaçmaktadır. Şiddet, zinanın affı, imam nikâhı kutsal aile kavramını yok etmektedir. Ekonomik, sağlık ve sosyal güvencesi olmayan kadın kötü yaşam koşullarından kurtulmak umuduyla daha beter, daha aşağılık yaşam koşullarının içine düşürülmekte, itilmekte, mahkûm edilmektedir.
Kadınlar çağlar boyunca ezildiler, dışlandılar, taşlandılar, yakıldılar. Şimdi ölümleri pahasına da olsa, geleneklere, göreneklere, kendilerini korumayan ahlaksal değerlere karşı aileden bu kaçışla bir isyanın, bir başkaldırının, bir varoluşun içine girdiler. 
Toplumların olmazsa olmazı kadınlardır. Benim ülkemde, Atatürk’ten sonra kadın hak ettiği değeri görmüyor; kadına hak ettiği değer verilmiyor. Uygulanan yanlış politikalar kadını ezmekle, yok etmekle uğraşıyor. Kadınların insanca yaşama umudu olan İstanbul Sözleşmesinin kaldırılması böyle bir ayıbın sonucudur.
Sağlıcakla kalın, sevgiyle kalın!