Yüce Allah; Kur’an’ı Kerim’i insanlara ve insanlığa anlaşılıp yaşanılsın diye göndermiştir. Kur’an’ın anlaşılması dil ile başlar. Dilinin güzelliklerine ve inceliklerine vakıf olamayan milletlerin yüce Kur’an’ı kâmilen anlaması mümkün değildir. Bunun için Yüce Allah Ra’d/İbrahim süresi 4. Ayetinde aynen şöyle buyurmaktadır; “(Allah’ın emirlerini) onlara iyice açıklasın diye her peygamberi yalnız kendi kavminin diliyle gönderdik. Artık Allah dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir. Çünkü O, güç ve hikmet sahibidir.”

Her peygamberin ancak kendi kavminin diliyle gönderilmiş olması, bütün insanlardan tek bir dil ile mesela Arapça ile anlaşmalarının, yalvarıp niyazda bulunmalarının istenmediğini gösterir. Zaten Rum süresi 22. ayeti kerimesinde de; konuşulan dillerin muhtelif olması dahi Allah’ın varlığının delillerinden sayılmıştır. Bunun yanında bu ayeti kerimenin işaret ettiği önemli noktalardan birisi de, Hakka davet ile uğraşanların içinde bulundukları toplumun dilini çok iyi bilmeleri hususudur. Kürsülerden Hutbeleri büyük bir heyecanla Arapça okuyan hocalarımız bilmelidirler ki; insanlar anlamadıkları hükümlerin gereğini yapamazlar. 

Eğer Ayet Arapça aslından okunduktan sonra, düzgün ve özgün bir Türkçe ile tatlı bir dil ile meali açıklanmıyorsa, burada büyük bir eksiklik oluşuyor demektir. “Tatlı dilin” Türkçenin doğru ve güzel konuşulması olduğunu unutmamalıyız! Dünyanın her hangi bir başka Müslüman ülkesinde de, hutbe orijinal olarak Arapça okunduktan sonra meali, ilgili ülkenin dilinde ayni güzellikte yapılmıyorsa Ayetin emrettiği husus yerine getirilmiyor demektir! Bu bakımdan din görevlilerimize büyük sorumluluklar düşmektedir!

Dil konusunun önemine binaen, Sayın Cumhurbaşkanının da yakın bir zamanda yaptığı açıklama bu bakımdan çok mühim görülmelidir. Cumhurbaşkanı Erdoğan, milli kimliğin nişanesi olan Türkçe ‘ye hak ettiği ihtimamın gösterilmediğini belirterek “dil” eleştirisinde bulundu. 

“Milli kimliğimizin ve hafızamızın nişanesi olan Türkçe’ye hak ettiği ihtimamı göstermiyoruz. Dilde sadeleştirme niyetiyle çıkılan yolda Türkçemiz tarihinin en büyük kelime katliamına maruz bırakılmıştır. Çoğu insan bırakın Yahya Kemal’i Ömer Seyfettin’i, Fuat Köprülü’yü, Ziya Gökalp’i, nispeten daha sade eserler bırakan Necip Fazıl’ı, Peyami Safa’yı Tanpınar’ı dahi sözlük yardımı olmadan anlayamıyor. Bu vahim tablo son yıllarda kullanımı giderek yaygınlaşan “sosyal medya” dili ve “plaza dili” ile daha da kötüleşmektedir. Forward etmek, done olmak, set etmek, aksiyon almak gibi ne Türkçe ‘ye ne de İngilizce ’ye uyan tuhaf bir dil ortaya çıkmıştır, ben de anlamıyorum. Geleceğimize yapacağımız en büyük yatırımlardan biri bizden öncekilerin hatalarını tekrarlamadan yabancı dillerin istilası karşısında Türkçemizi korumak, geliştirmek, zenginleştirmek olacaktır. Dil meselesinin siyaset ve ideoloji üstü bir konu olduğunu tekrar vurgulamak istiyorum.”

Bu açıdan bakıldığında tamamen haklı ve gerekli bir ikazın yapıldığını kabul etmemiz gerekmektedir. Öncelikle ve özellikle; toplumun büyük bir bölümüne, yüz yüze hitap etmek imkânına sahip din adamlarımızın, Yahya Kemal’in; “annemizin ağzımızdaki sütü” diye tarif ettiği dilimizi çok iyi öğrenmeleri ve kürsülerde kullanmaları hayati bir önem taşımaktadır. Dini, tam ve doğru anlamanın yegâne yolu, dili tam ve doğru kullanmaktan geçer. Buradan Diyanet İşleri Başkanlığımıza ve Milli Eğitim Bakanlığımıza sesleniyorum. Türkçe Eğitim Kurslarını, Edebiyat öğretmenlerinin yanında, öncelikle sayıları 300 bini, aşan din görevlilerimize vermemiz gerekmektedir. Öğretmenlerimiz sadece öğrencilerimize ulaşabilirken, din görevlilerimiz toplumun hemen bütün katmanlarına ulaşabilmektedirler.

“Dil ile düğümlenenin diş ile çözülemeyeceği” gerçeğini bilerek, devletimizin adımlarını, tespit ve eleştiriden ileriye taşıyıp, seksen üç milyona dilini; çeşitli araç ve vasıtalar ile yöntem ve metotlarla tam ve doğru öğreterek, dinini ve dolayısı ile Yüce Kur’an’ı tam ve doğru öğrenme kapısını açmalıdır.
    
Devletimize de bu yakışır, asırlardır bekliyoruz, bitsin bu hasret artık.