Ekonomik sorunsalın tarifinde söz gemiden açılmışken Sakallı Celal’i anmamak hiç olur mu?..

                               Son Osmanlı Bahriye Nazırı Hüseyin Hüsnü Paşa’nın oğlu olan kahramanımız; Galatasaray Sultaniyesi (Galatasaray Lisesi) mezunu olup, Yurtdışında yarıda kestiği öğrenimi nedeniyle de mükemmel derecede Fransızca bilir-konuşur. Gönüllüler grubuyla gizlice Trablusgarp’a gittiğinde yakalanıp İtalyanlarca yargılanırken bile öyle bir savunma yapar ki, hem beraat eder hem de Hakime “senin yerinde olsam ben de aynısını yapardım” itirafını yaptırır…

                               Celal YALINIZ, nam-ı diğer Sakallı Celal; Ciddiye alınması gereken değerli bir filozof, önemli bir düşün insanı. Pek çok sözü var yaşama dair, halen güncelliğini koruyan… Her biri öylesine derin anlamlar yüklü ki, hepsinin üzerine sayfalar dolusu yazı yazılabilir. Hem zaten bir çoğumuzun bilerek ya da bilmeden sıklıkla alıntıladığımız ve paylaştığımız sözlerin söyleyenidir kendisi.

                               Müthiş bir öngörüyle tarihe not düşmüştü Sakallı Celal;

                               “Türkiye durmaksızın Doğuya giden bir gemidir, bazıları bu geminin güvertesinde  Batıya doğru koşarak Batıya gittiklerini sanırlar.” Ya da;

                               “Tanzimat ilan ettik, olmadı… Meşrutiyet ilan ettik, olmadı…

                               Cumhuriyet ilan ettik, olmadı… Yahu biraz da CİDDİYET ilan etsek!”

                               Nitekim, bizim bindiğimiz gemi CİDDİYETTEN uzak kaptan ve mürettebat eliyle fırtınaya tutulmuşçasına sarsılıyor! Olup bitenler karşısında kimimiz tarihin bütün zamanlarında; Neyin, Nerede, Niçin ve Nasıl olduğuna dair meraklanıp sürekli araştırmış, irdelemiş, deneyler yapıp keşiflere çıkmış… Kimilerimiz ise hiçbir caba göstermeksizin , oturduğu yerden Tanrı’nın mutlak gerçeğine ulaşmanın yollarını aramış.

                               Düşünceleri gözlem ve araştırmalardan oluşanlar ile görüşleri inançlarından kaynaklananlar tarih boyunca birbirleriyle sürekli çatışma halinde olmuşlar. Bu çatışma hali ve ikilem kuşkusuz Aydınlanma Tarihin, anlatan kitapların konusu olabilir ancak. Ama yine de sanıyorum çoğumuz için; “bilmek” ile “inanmak” aynı düzlem içinde değerlendiriliyor halen…

                               Örneğin daha M.Ö.3.Yüzyılda İskenderiyeli Eratosten ve öğrencileri; Dünyanın hem yuvarlak olduğunu hem de çevresinin ölçüsünü, hiç de gemilerle Batıya gidip Doğuyu bulmak çabasına gerek kalmadan çoktan biliyorlardı.

                               Ya biz nereden biliyoruz dünyanın yuvarlak olduğunu? Çok uzaklardan, gelen bir geminin önce bacasının dumanı, sonra bacası, nihayetinde geminin kendisi gözükür diye yazan İlkokul kitaplarından mı?..

                               Uzaydan çekilen fotoğrafları ve gökbilim çalışmalarını önemsemez ve ciddiye almaz isek, peki o zaman hep birlikte bir kürenin üzerinde yaşamımızı idame ettirdiğimizi kaç kişi kanıtlayabilir? Bilmiyoruz. İnanıyoruz… Tıpkı 15.yüzyılın Avrupası’nda hemen herkesin denizlerin bittiği yerde dünyanın ucundan düşüleceğine! Zira dünyanın düz olduğuna inandığı gibi!

                               O gün gerçeği bilen küçük bir azınlıktı. Bu gün de.

O gün çoğunluk bilmiyor ama inanıyordu. Bu gün de…

Değişen tek şey Gerçeğin ne olduğu. Ancak o günlerden günümüze insanlık önemli kazanımlar elde etti. Onların kitaplarını basacakları matbaaları bile yoktu, bizim bilgisayarlarımız, tabletlerimiz, akıllı telefonlarımız var… Onlar insan anatomisini araştıranları yağlı kazığa geçirip yakıyorlardı, bizim genlerimizin bile telif haklarını pazarlayan şirketlerimiz var!  Bilgi o denli metalaştı ve bilgiye erişim o denli kolaylaştı ki atom bombası bile yapılabilir oldu evlerin bodrum katlarında…

Ama insanlar çağın kolaylaştırıcı edinimleri karşısında bile geçmişe kıyasla eldeki mevcut bilginin çok azını bilebiliyor. Bu durum kendilerini ördükleri tecrit alanları içinde hapseden, salt ilgilendikleri konuya vakıf en seçkin bilim insanları için de geçerli.

Rönesans’ın süreci özümsemiş insanı artık geçmişe özgü sosyolojik bir fenomen olarak kaldı. Bırakın bilimden feyz almayı, eskiden kendi ilacını, besinini elde edebilen, kendi araç-gerecini yapabilen, onarabilen insanla kıyasladığımızda 21.yüzyılın engininde ki bilgi çağının insanı kendisine yetmekten dahi aciz.

Geçenlerde bir dergide okumuştum. Cervantes’in doğduğu Alcala de Henares de; Birkaç yüzyıl öncesine kadar Şehrin Üniversitesinde sınavlarda başarılı olamayan öğrencileri bir eşeğin sırtına oturtup, şehrin sokaklarında teşhir edip yuhalatırlarmış.

Ama çok şükür bu gün, yerkürenin dört bir yanında ve ülkemizde yerden pıtrak gibi çıkmış üniversiteler seri imalat yaparcasına mezun vermekte! Bilmek istediklerimiz parmaklarımızın ucunda tuşlanmayı beklemekte.

İstanbul ve Ankara dışında kurulan ilk ve Türkiye’nin 4.ncü büyük üniversite olan KTÜ nün ardından, İkinci Devlet Üniversitesi bile Trabzon kartelasındaki yerini çoktan almış vaziyette… Bu gidişle umarım günün birinde birbirimize; Dünyamızı öküzlerin boynuzundan kurtarıp! yuvarlaklığını ve dönüşünü bile kanıtlayabileceğimiz günlere ulaşabiliriz…

Yüreğinizle örtüşük Bayram tadında nice günler diliyorum…