Emperyalizmin ezberini bozan ilk doğulu…
Büyük Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve aziz silah arkadaşlarını rahmet/minnetle yâd ederek mısralarımıza başlıyoruz.

Biliyoruz…
Yazacaklarımızdan İngiliz, Alman ve vaktiyle Ata’nın dize getirdiği birçok kesim rahatsız olacak lakin başka türlü de bu asil milletten olmayanları nasıl ayıklarız, değil mi?
***
Hayatın rutin akışına bile izin vermeyen toplu hastalıkların berisinde… Silahtan yoksun, kazma kürek envanterli sözde cephane, olmayan para, olmayan bilgi, olmayan teknoloji ve yetersiz üretim yoksunluğuyla harmanlanmış, tamamıyla dışa bağımlı halde olan bir ulustan ‘cumhuriyet’e nelerin miras kaldığına…
Dolayısıyla, Türkiye Cumhuriyeti’nin miladına göz atacağız bugün.
***
30 Ekim 1923, yani cumhuriyetin ilanından bir gün sonra Atatürk’ün köşke davet ettiği İsmet Paşa’ya “Bugün bizlere yoksul bir köylü devleti… Borçlu, hastalıklı bir vatan miras kaldı.” diyerek vurguladığı
, dünya tarihinin gelmiş geçmiş en büyük hükümdarlıklarından, Osmanlı İmparatorluğu’nun tükenmişliğini detaylandırmanın vaktidir.
İşte 624 yıllık hükmün sahibi, o koca imparatorluktan cumhuriyete kalan miras:

-  1922 yılına ait istatistikler sıralıyor. Yüzde 80’i kırsalda yaşayan 11 milyonluk nüfusun büyük bir bölümü yerleşik değil, göçebe... Yüzde 2’lik okuryazarlık oranına sahip 40 bin köyün 37 bininde ne okul, ne postane ne de dükkân var.
- 830 köy, düşman ateşiyle küle dönmüş. Ve 114.408 yanmış bina sayısıyla ülkenin yeniden inşası elzem…


- Ulaşım(?)… Yol yok! Memlekette çamur batağına saplanan katırlar bile kaderine terk edilmekte… Anadolu’da yetersizliğiyle var olan yaklaşık 4.000 kilometrelik demiryolunun tamamı emperyalistlerin hizmetinde. Acı tarafı, rayların bir metresi dahi bizim değil. Denizcilik zaten sizlere ömür… Donanma, Haliç’te çürütülmüş.
- Ekili toprak yok. Hadi var diyelim, işleyecek öküz, saban lazım. Hadi onlar da alındı… Tüm düzen ağa, aşiret, şeyhlerin elinde.
- 1950 köy, sığır vebasına teslim olmuş. Üç milyondan fazla insan tifo, sıtma, frengi veremle bi’ başına mücadele etmeye çalışmakta. Zira ülkedeki doktor sayısı 330’larla filan ifade ediliyor. Nasıl olacaksa artık, 40 bin köye hizmet etmek durumunda kalan sadece 136 ebe var. Hal bu olunca, doğuma kadar ömrü yeten her iki bebekten biri ölüyor. Memlekette toplam eczane sayısı 60 ve dahası, olmayan ilaçlar karaborsa.
- Kimsenin kimseden haberi yok desek anca. Nitekim postanenin olmadığı yerde iletişim, telefon/mektup olur mu, olmaz.
- Makine yok, motor yok, teknoloji yok. Sanayi ürünlerinin tamamında dışarı bağımlı haldeyiz.  İmkânsızlığın beraberinde bilinçsizliğin belini büktüğü tarımda ahval içler acısı. Un, şeker… Hatta kiremit ithal…
- Çoğu gıda olmak üzere 282 adet sanayi kuruluşumuz var ancak, bunlara ait emeğin sadece yüzde 15’lik dilimi bizim. Osmanlı İmparatorluğu’ndan genç cumhuriyete kalan kayda değer fabrikalar ise dört tane:
Feshane Yün İplik fabrikası, Bakırköy Bez Fabrikası, Beykoz Deri Fabrikası ve Hereke İpek Dokuma Fabrikası.
- Halkın sosyalite ile pek ilgisi yok ama merak edenler için yazalım. Elektrik bir tek İstanbul ve İzmir’de bulunduğundan, radyo-sinema yalnızca bu şehirlerde var.
-  Eğitim, çözüme kavuşmamış en büyük sorun. Cehalet almış başını gitmiş. Okumayı öğrenme yaşındaki çocukların dörtte biri ancak okula gidebilmekte. Ülkede 337.618 öğrencinin öğrenim gördüğü niteliği sorgulanır 4.770 ilkokul, 770 öğrencinin de aynı şartlarda bulunduğu 150 civarında ortaokul/lise var. Hal bu iken erkeklerin yüzde 7’si, kadınların sadece yüzde 4’ü okuma yazma öğrenebilmiş. O da kimden, üçte biri öğretmenlik eğitimi almamış öğretmenlerden(!). Tarih bilgisinin belgesiz, dayanaksız kulaktan dolma peygamber hikâyelerinden ibaret olduğu yoksunluk için ayrıca belirtmekte fayda var. Batı 90 binin üzerinde kitap basarken, Osmanlı’nın son yüz yılında bastığı kitap sayısı 180.
- Kütüphane, sergi, müze, sanat, spor… Halkın aydınlanıp bilinçlenmesine, ortaçağdan level atlamasına aracılık edecek hiçbir unsur zaten yok. Din öğrenimi akıl, izana muhtaç. Tamamıyla hurafe ve rivayetler üzerinden sözde din eğitimi yapan dönemin medreseleri askerlikten kaçış yuvalarına döndüğünden, halkın sıkıntılarının giderilmesinde egemen olan tek anlayış ‘tefriciye’ çekilmesi. Anlayacağınız çatışma ve fikir ayrılıklarıyla kendini öne çıkaran tarikatların yön verdiği o zamanki hayatlarda, din eğitimi doğal olarak dini bilmeyenlerin kontrolünde…
- Hak, hukuk, adalet… Yani yargıya ait gereksinimler fetvalarla giderilir olmuş.
- Kadın… Bırakın seçme seçilmeyi, okuma imkânının lütfedileceği insandan sayılmıyor. Bir işi var, o da doğurmak.
- Öte yandan ölçü, zaman kavramları göreceli… Kiminin takvimi hicri, kiminin ki rumi. Mesela yan yana duran iki kişiden biri Şubat, diğeri Aralık’ta yaşamakta.
Tarla alacaksın… Ara ki metre bulasın. Boylu posluysan yaşadın. Zira arşın kulaçla iş görülmekte.
- Bir millete ait dil yok hemşerim dil! Arapça ile Farsçayı karıştırıp çorbaya çevirmişler, güya olmuş Osmanlıca.
***
Şimdi bugün, bu topraklarda… Hala ‘cumhuriyet’in ne olduğundan bihaber, Ata’ya dil uzatmaktan imtina etmeyen bir güruh mevcut.
Bilinmeli ki, cumhuriyet tüm bu sıkıntıların reçetesi, Atatürk ise o reçeteyi yazan aklın bizatihi doktorudur.
***
Yarın, Türkiye Cumhuriyeti’nin doğum günü…
Kutlu olsun ahali!