Ülkemiz çok hızlı bir dönüşüm yaşıyor. Bu, kıblesini bireyciliğe döndüren toplumsal ve sosyal bir dönüşüm. Korkarım ki kontrol edilemeyen bu dönüşüm, hepimiz için  “yalnız bir gelecek” vadediyor. Bu acıklı ve utanılası kimlik, daha şimdilerden toplumu ciddi anlamda kuşatmış durumda. Her gün ama her gün el birliği ile yalnızlığın dipsiz dünyasını büyütüyor ve dahası büyüttüğümüz bu dünyanın mutsuz bireylerine en yakınlarımızı katmak için gayret ediyoruz.

Oysa daha düne kadar batı dünyasını “yalnızlar dünyası” olarak ilan edip eleştiriyorduk. Yaşlıların huzur evlerine hapsedildiğinden dem vurup, batılı insanın insanlıktan nasiplenmediğinden bahsediyorduk. Aile yapımızla,  büyüklerimiz ve küçüklerimize karşı yaklaşımlarımızla övünür, hele hele yaşlılarımızın baş tacı olduğunu haykırırdık. Huzur evi ve benzeri yapılar da ne demekti. Ailenin birinci görevi yaşlısını bakmak değil miydi?

Ne kadar da çabuk değiştirdik her şeyi, hızımıza eleştirdiğimiz batı dünyası da yetişemez artık. Toplumumuzun yaşlandığı gerçeğine sırtımızı dönüp, kambur kabul ettiğimiz yaşlılarımızı sırtımızdan atma uğraşındayız.

Sokaklarımız terk ettiğimiz yaşlılarla, evlerimizse yalnızlaştırdığımız büyüklerimizle dolu. Huzur evleri ve benzeri yapılarda barınanları bu bağlamda şanslı mı saymak lazım? Bilemedim.

Yemediler yedirdiler, içmediler içirdiler, üzerimize titrediler. Yaşamamız için son nefeslerini seferber ettiler... Bu ve benzeri edebi cümleler artık, anneler ve babalar gününe  ya da salon konuşmalarına hapsedildi.

O kadar da değil diyorsanız; evet doğru bu ve benzeri sözler dilimizde var ama içi boşaltılmış ve ruhu alınmış. Konuşmalarımızda var ama hayatımızdan dışlanmış. Edebiyatımızda var ama gerçeğimizden soyutlanmış.

Eğer yaşlımızın maaşı ya da parası varsa ve bakım sırası bizdeyse  “bakmış” gibi yapıp sıramızı savmanın rahatlığını yaşarız.  Şayet yaşlımızın hiç bir maddi kaynağı yoksa bu durum karşısında dilimizde iyi bir temenni cümlesi vardır: “Allah yüzüne baksın, Allah korusun, Allah tez zamanda emanetini alsın.” Daha doğrusu Allah’a havale edip hafifleriz.  Ya da “mış” gibi yaptığımız bakım için devletten nasıl ekonomik yardım alınır gayretine gireriz. Şayet yaşlımızın maaşı, parası malı mülkü yoksa devlet ne güne duruyor der, neredesin ey sosyal devlet feryadını kopartırız...

Ve tabi her zaman devrede olan sokaklar, onlar en sitemsiz kucaklama alanları olarak hep varlar, bazı evlatlardan daha sıcak ve daha duygusal.

***

“Bu yazı da biraz abartı olmadı mı?” diyebilirsiniz. Ben de biliyorum ki öyle değerli evlatlar var ki yaşlılarını baş tacı yapmışlar ve onların mutluluğu  için  gerekirse nefeslerinden bile veriyorlar. Ve ayrıca öyle tarifsiz güzellikte insanlarımız var ki, kendilerini tanımadıkları yaşlıların sağlığına ve mutluluğuna adamışlar. Onlar; şüphesiz, makamların en yücesinde makbul insan  ve bu toplumun “insani tarihinin” kahramanlarıdır.

Ama hepimiz de biliyoruz ki insani kahramanların sayısı hızla azalırken, Allah’a havale edenlerin sayısı hızla artıyor. Ve bu artış toplumun insani damarlarını daraltıyor. Bu gidiş önlenemezse toplumsal felç geçirilebilir.

***

“Kaç oğlun var hacı dede?” sorusuna karşılık, 90’lı yaşlara  dayanmış bir büyüğümüzün bu toplumsal yaraya dönük verdiği cevaba bakar mısınız? “Oğul çok ama yerinde olan yok.”

***

Evet evlatlar şimdi çoğunlukla başka yerlerdeler. Olması gereken alanları insafsızca terk ettiler. Onların boşalttığı alanlarda, yalnızlık kol geziyor artık. Yalnızlık ve umutsuzluk, umutsuzluk ve ızdırap. Izdırap ve beddua.

***

Ve o gün gelecek, korkarım ki o gün biz de o yalnızlık zehrinden içeceğiz.

***

Daha da gecikmeden bütün kurumlar, bütün aileler, bütün sorumlular topyekûn bir seferberlik ilan ederek ayırım yapmadan bütün yaşlılarımıza  “Biz buradayız, olması gereken yerdeyiz.” tutumunu sunmalıyız.