Fakir Anadolu köylerinden birinden, zamanın birinde bir köylü çocuğu ilim öğrenmek için yollara düşer ve İstanbul’a varır. Zamanın medreselerinin ve ünlü âlimlerinin yaşadığı yerdi İstanbul. Bin Bir zahmetlerle bir medresede ilim tedris etmeye başlar ve çok mutlu olur. Öğrendikçe gayreti artar, gayreti arttıkça öğrenir ve nihayetinde bir gün hocasına çıkarak; artık öğreneceği bir şey kalmadığını ve eğer müsaade edilirse köyüne dönmek istediğini söyler. Hocası bundan çok memnun olur ve ancak küçük bir konu daha var, onu da öğren ondan sonra dönersin ikazında bulunur. Ancak bizimki kararını vermiştir bir kere, köyü, dostları, annesi babası aklında tütmektedir. Hem onca şey öğrenmişken, “küçük bir şeyin” sözümü olurdu! Onun için zaman harcamaya değmez nasıl olsa onu da yaşadığım süreçte öğrenirim diyerek, hocasının ikazına uymaz ve köyüne dönmek için yola koyulur.

Günlerce yürüdükten sonra, bir Cuma günü yolu bir köyden geçmektedir. Namaz vakti olduğu için; namazı burada kılıp yoluma devam ederim diye camiye girer. Kürsüde; köylü tarafından çok sevilen ve önder kabul edilen, söylediği her sözde bir hikmet aranan köyün hoca vaaz etmektedir. Çok heyecanlı ve ses tonu çok yüksek bu vaazı cemaat olanca dikkatiyle dinlemektedir. Bizimki de cemaatin dikkatinden etkilenir ve dinlemeye başlar. Biraz sonra hayretler içerisinde kalır. Cemaatin pür-dikkat dinlediği hocanın anlattıklarının dinle-imanla bir ilişkisi olmadığını görür ve hayretler içerisinde kalır. Birkaç kez hocaya müdahale etmek isterse de, cemaatin ilgisinden çekinir ve isteğini namaz sonrasına erteler. Namaz bittikten sonra hoca camideki odasına çekildiğinde, cemaat kendisine yabancı olduğu için hoş geldin, sefalar getirdin, hocamızı nasıl buldunuz deyince; fırsat bu fırsattır deyip; ne hocası, bu kişi anlattıklarına bakılırsa olsa olsa bir zındıktır der. Hocalarına hakaret edildiğini gören cemaat bizimkini bir güzel döver, öyle ki yediği dayak yüzünden bu kişi köyden iki günde zor ayrılır. 

Giderken düşünür ve acaba bana İstanbul’daki hocam, küçük bir şey daha kaldı onu da öğren, öyle gidersin derken ne öğretecekti diyerek tekrar İstanbul’a döner. Hocasına varır ve özür dileyerek eksik kalan bilginin eğitimini alarak tekrar Anadolu yollarına düşer. Günün birinde yine hocayı eleştirdiği için dayak yediği köye gelir. Tesadüf bu ya yine günlerden Cuma’dır. Namazı kılıp öyle devam ederim diye Cami’ye girer. Kürsüde yine aynı hocadır. Yine aynı, abuk-sabuk şeyler anlattığını görür. Namaz sonunda cemaat kendisini tanımaz ve hocalarını nasıl bulduğunu söyler. Adam bu sefer büyük bir heyecanla; böylesine mübarek bir hocanın küçük bir köyde az sayıda insana hizmet etmesi ne büyük kayıptır. Bu öyle bir insanın vücudundan koparıp saklayacağınız bir tüy bile sizi cennete getirmeye yeter deyince; cemaat hep birlikte hocanın üzerine çullanır ve onun saçını başını yolar, hocayı perişan ederler. 

Onların saldırılarını görüp “bıyık altından, kıs-kıs gülen” yabancı kişi camiyi terk ederken; “demek ki hocam haklıymış. Bir yanlışı görmek, duymak ayrı bir şey, onu muhataplarının anlayıp kabul edebileceği bir şekilde anlatmak ayrı bir şeymiş” der ve yoluna devam eder.

Bugün bizlerin, haklı ve doğru eleştirilerimizde belki de yaptığımız ve bir türlü anlamadığımız ve anlatamadığımız hata budur. Yanlışı görmek ayrı şeydir, onu toplumun kabul ve tasdik edebileceği şekilde anlatmak ayrı şeydir. Önemli olan yanlışı düzeltmekse, bunun söyleme şekli çok önemlidir. Bizler siyasilerde veya sosyal hayattaki kişilerce, bilinerek yapılan yanlışları direk söylediğimiz sürece; İstanbul’dan dönen fakir Anadolu insanı gibi daha çok dayak yeriz!