Joseph Mace Scaron, Fransız bir yazar.
Eğitimini siyasal bilgiler ve Felsefe üzerine görmüş.
1958 doğumlu.
Yazar ilk romanını Trabzon üzerine yazdığında 30 yaşındaydı.
“Trapezunta İmparatorluğun Son Günleri Davit Komnınos” isimli eserinde Trabzon İmparatorluğu’nun son kralı Davit’in gözünden yaklaşan fethin, son günlerine kadar geçen sıkıntılı anlarını bir roman olarak ele almış.
Belli ki birçok tarihi kaynakları tarayarak yazdığı kralın gözünden Trabzon’u anlatan bu romanda kale duvarları arasında sıkışmış Üçüncü Roma’nın son günlerini çok iyi tahlil etmiş.
Trabzon bildiğiniz gibi son Roma toprağı diye de anılır. M.Ö. 1.Yüzyıl’da Karadeniz’e ulaşan Roma’nın lojistik merkezi olan Trabzon, ikinci Roma diye adlandırılan İstanbul’daki Bizans’ın taht kavgalarından sonra, Komnen ailesinin 1204’te kurup 1461 yılına kadar varlığını sürdüren bir imparatorluk şehridir artık.
Ta ki Fatih’in, “Trabzon fethedilmedikçe İstanbul’un fethi tamamlanmış sayılmaz.” sözündeki stratejik bakışının gereği olarak feth edilene kadar.
1461’de her şeyin biteceğini, Fatih Sultan Mehmet’in artık Trabzon’u fethedip İstanbul’dan sonra bu kenti de hükümranlığı altına alıp Türk yurdu yapacağına inanan Davit, kaderine razı bir karakter içinde tanımlanırken yine de o günün şartlarında güvendiği müttefiklerinin kendilerini desteklememelerine de üzülüyordu.
Komnen sülalesinin tahttaki son varisi atalarının yaptığı diplomatik evliliklerinin de bir işe yaramadığının da farkındaydı.
Zaten kavgalı oldukları Bizans’ın İstanbul’u da düşmüştü.


Şartlar kötü, mukadder son kaçınılmazdı. Hısımları Gürcü Krallığı ile Akkoyunlular’dan Uzun Hasan’ın da Fatih’in ordularına karşı duracak güçleri yoktu. Komnenler’in imparatorlarından IV. Yuhannes’in kızı Katerina Despina ile evli Uzun Hasan’ın annesi Sara Hatun’un Fatih’e yakarışları da boşunaydı.
O günlerde her zamankinden daha coşkulu bir şekilde kutladıkları Meryemana’nın Göğe Yükselişi ayinlerinde kiliselerden yükselen dua ve çan sesleri ile kuşatılmış Trabzon Kalesi’nin etrafından yayılan “Allahu Ekber, La İlahe illallah...” nidaları bastırmaya başlayınca artık sonun çok yakın olduğunu halk da anlamıştı ki kitleler halinde çaresizlik içinde son bir umut kiliselere hücum ediyordu.
Saray hayatı içinde bir kraldan çok dini hayatın sofistik düşünce alemi ile huzur bulan bir yapıya sahip olan David Sümela ve içinde yaşayan keşişlere çok önem vermekteydi.
Devlet insanı kimliğinden çok filozof bir yapıya sahip kral yaklaşmakta olan tehlikenin farkında idi. Ruhunu teslim ettiği Sümela Manastırı’nın mistik havasının da etkisiyle, kitabın yazarının da belirttiği gibi “Türklerin eline bir diken batması gibi duran” Trabzon’un düşeceğine dair endişeleri kabullenilmiş bir çaresizliğe dönüşüyordu. “Roma’nın artığı olan bu yer artık güvelerin emdiği ve tükenmek üzere olan bir kumaştı. Ve güvelerin aşındırdığı yerlerdeki deliklerden görebildiğimiz sadece maskeler ve hayaletler” olduğunu biliyordu.
Türklerin Trabzon’u ablukaya almasından önce de ortamın bozulmaya başladığını ve bir düşüşün görüldüğünü belirten David, bir yandan da kardeşinin (IV. İoannis Megas Komninos) ölümü sonrası imparatorluk görevini istemeye istemeye kabullenişinin ruhunda açtığı yarayı telafi etmekte zorlanıyordu.
Çünkü, “eline diken batmış Türkler” bu dikeni çekip çıkartmaya ant içmişlerdi.
Hâlbuki o Trabzon Kalesi’nin en zirve noktasında bulunan sarayından atıyla çıkıp Trabzon sahilinde geç vakte kadar siyah ve ince kumların üzerinde dolaşmayı çok seviyordu.
Oldukça korunaklı çift surlarla çevrili olan Trabzon Kalesi de giderek eski görkemini kaybetmiş, düşen taşlar ve açılan gedikleri onarmaya da “son imparatorluğun” gücü yetmiyordu artık.
Bu arada 1347’de Trabzon’da yaşanılan ve büyük bir yıkıma yol açan veba salgını ile deprem kentin eski görkemli günlerini aratır duruma getirmişti. Kitapta romansı bir tasvirle sürdürülen anlatımdan, David’in saray içinde fare imha ekibi kurduğunu da anlıyoruz.
David çok sevdiği Trabzon yürüyüşlerinde batıdan, uzak doğudan gelmiş her türlü yem, yiyecek ve eşyanın satıldığı pazar yerinde Türkler de dâhil olmak üzere her milletten insanı gördüğünde Üçüncü Roma’da olduğunu düşünüyordu.
Bu zenginliğin Trabzon’u kuşatan Türklerle birlikte kaybolacağına inanıyor ama beklenen sona da teslimiyetini ifade etmekten çekinmiyordu.
Kitapta, “Fatih Sultan Mehmet’in ve dolaysıyla hükmettiği Türk devletinin gücünden, Trabzon’un ticaret yollarının kesiştiği bir liman kenti oluşundan, Venedik, Cenevizlilerle birlikte yakın coğrafyanın insanlarının bu ticaret şehrinde dünya tüccarları ile alışveriş yaptıklarından, ikliminin yumuşaklığından, çeşitli meyvelerinin bolluğundan, meyveleri yola düşen zeytin ağaçlarının ayaklar altında ezilen zeytinlerinden sokakları saran zeytinyağı kokusundan, denizindeki amansız  dalgalarının yanı sıra çeşidi bol balığının  bereketinden, yağmur ve sisli günlerinde sokaklarda bile göz gözü görmediğinden, Akkoyunlu, Latinler, Cenevizliler, papalık ve Gürcülerden kuşatma sırasında gelmeyecek olan yardımı beklediklerinden, beklenen sonla Fatih’in emri ile kendi tabiriyle Son Roma’yı terk etmek zorunda kaldıklarını ifade etmelerinden” söz eden  yazarın ayrıntılı anlatımında yer yer abartıya da rastlıyoruz.
Enteresan bir kitap.
Çok öncelerden aldığım şimdi nadir kitaplar listesinde bulunan 1996 baskılı İmparatorluğun Son Günleri tarih kitabı zenginliğinde bir roman.
Bulursanız okumanızı tavsiye ederim.

***

MARAŞ CADDESİ DEĞİŞİMİ BEKLİYOR

“Maraş Caddesi trafiğe kapandı” diye başlık atabiliriz yakında.
Yakın bir zamanda kapanacak.
Eskilerden bir nostalji yapalım dedim…
Maraş Caddesi’nin trafiğe kapanmasına gerek duyulmayacak bir rahatlık var.
Caddenin zemini klasik parke taşı ile kaplanmış.
Ziraat Bankası bugünkü hali ile hizmette.
Henüz betonarme binalar yükselmemiş.
İnsanlar rahat bir ortamda yürüyüp gidiyor.
Araç yok.
Cadde kenarlarında park etmiş ne özel araçlar var ne de dolmuşlar var.
Çöpler de cadde kenarlarına bırakılmamış.
Binalar döneminin tüm özelliklerini taşıyor.
O dönemlerde Koruma Kurulu, Kültür Varlıkları Koruma Kanunu gibi kurum ve yasalar da yok.
Caddenin tenhalığına aldanıp da arabaların filan icat edilmediğini sanmayın.
Evet, bugünkü ile kıyaslanamayacak kadar az sayıda araç var o dönemlerde Trabzon’da.
Foto çekilirken kareye girmemiş araçlar o an anlaşılan.
Şimdi geldiğimiz çağda 1930-1940’lardaki bu manzaradan eser yok caddede.
Zamanın akışı içinde doğal karşılanabilir.

Lâkin gelişmeyi izah eden bir örnekle de cadde güzelleşeceğine, içinden çıkılmaz bir imar kirliliği ile trafik keşmekeşliğine sahne olmuş.
Çok yakın zamanda trafiğe kapatılıp caddedeki başıboşluğa son vermeyi amaçlayan belediyenin, eski güzel görüntüyü yeniden ortaya çıkartması mümkün değil belki ama araç yığını dışında insanın yok sayıldığı ortamı değiştireceğine inanıyoruz.
Öyle bir düzenleme yapalım ki, insanlar hem işini görsün hem de rahat bir nefes alsın.
Bu arada iş yerlerine de görev düşüyor, çöplerini gelişigüzel saatlerde caddeye bırakma alışkanlıklarından vazgeçsin.
Caddeye yakışır biçimde mekânlar için onlar da gereğini yapsın.
Bu şehir dar sokaklara sahip.
Bu dar sokaklardan şampiyon çıkartan Trabzon, aynı sokak ve caddelerde daha yaşanılan bir kent ortamı da pekala oluşturabilir.

BÖYLEYDİ

BÖYLE OLDU

BÖYLE OLACAK

***

YÜNLERİ YAKIP NAYLONA MAHKUM OLDUK

Yapağı nedir diye sorduğumuzda yeni nesil bilmez.
Hadi öğrensinler, koyundan kırkılan kirli yüne yapağı denir. 
Peki yünü bilirler mi?
Temizlenmiş işlenmeye hazır hale gelmiş koyundan elde edilmiş yapağının da ismi yündür artık.
O da yakında unutulur.
Piyasa naylondan, çeşitli isimler taşıyan petrol türevlerinden üretilen plastiklerden geçilmiyor.
Polyester, akrilik filan yazıyor ya baktığınız gömlek ya da kazakların hammaddelerine.
Peki nedir bu doğallıktan uzaklaşma?
Trabzon fanilası, Rize feritokosu Şile Bezi, Buldan dokumaları, Kelkit ihramlık kumaşları, Güneydoğu'nun şelşepiki, Çarşıbaşı'nın keşan peştamalı, Denizli’nin potlu çarşafı.
Liste uzar gider.
Trabzon’un tezgahlarında dokunan keten içlikler de yok artık.
Trabzon’da doğan Kanuni Sultan Süleyman ömrü boyunca Trabzon fanilası giymişti.
Geçenlerde bir haber okudum.
Şok oldum.
Koyunların biliyorsunuz, her yıl kırkım zamanında yünleri kesilir.
Bu aynı zamanda koyunların sağlıklı gelişimi için de gerekli bir işlemdir.
Yani zamanı gelince koyun ve keçi gibi küçükbaş hayvanların yünleri kırkılır.
Peki bu hayvanlardan elde edilen yünler ne olur?
Bu soruyu iki zaman diliminde cevaplamak gerekecek.
Önceden; koyun kırkılır, hayvandan kesilenler bir araya toplanır ve her koyundan çıkan yünler kendine özgü bir biçimde istiflenir, her koyunun sırtından çıkanlar yapağı hâline getirilip yün olmak üzere pazara çıkar ve temizlenir, işlenir, yatak, yorgan, yastık olurdu.
Toptancılar gelir tüccarlardan yünü alır, fabrikalara satardı.
Oradan da yüzde yüz yün tekstil ürünleri imal edilirdi.
Ah şu yeni gelinler var ya, artık evlerine ne yün yorgan ne de yatak yastık sokuyorlar.
Anne ya da kayınvalidelerinden kalanları da evden dışarı atıyorlar artık.
Şimdi; koyunlardan elde edilen yünlerin müşterisi yok.
Yatağımızın hammaddesi nedir bilmeyiz, yorganımız elyaf, çoraplarımız naylon, atletimiz pamuk ya da pamuk karışımlı naylon.
Eee, peki bunca koyunun yünü ne oluyor?
Çöpe atılıyor çöpe...
İşte okuyup ta şok olduğum haber buydu.

Trabzon Osmanlı döneminden bu yana hayvancılığın getirdiği ürünlerin ihracını dahi yapıyordu.
1800’lü yıllarda Trabzon’un envanteri sayılan Salnamelerde Trabzon ve çevresinin hayvan varlığı ve ona bağlı üretime dayalı ticaretinin başında et, süt, yağ, peynir hatta yumurta ve yün gelirdi.
Bu arada dut ağacına bağlı ipek böcekçiliği ile Trabzon İpeği imal edilirdi.
Üzülerek belirtelim, harmanlarımızı süsleyen dut ağaçları da yok artık.
Harmanlarda betonarme binalar yükselirken ağaç filan mı kalacaktı?
Bugün zaten hayvancılık giderek azalmaya yüz tutmuş.
Koyun sürüleri de artık yaylaların, meraların o bereketli topraklarında yayılmaz oldu. 
Halen sürü sahibi olanlar da okuyup şok olduğum haberde yazılan gibi koyunlardan kırkılan yünleri ya çöpe atıyorlar ya da dağda bayırda toprağa gömüyorlar.
Yazık değil mi bu milli servete.
Bu ülkenin bakanlığı durumdan haberdar değil midir?
Tarımla ilgili kurum ve kuruluşların yünleri sanayiye ve ticarete dönüştürecek plan ve projeleri yok mudur?
Eskiden bir yataklık, yastıklık, yorganlık yün almak için gidilen yün tüccarlarına ne oldu?
Ya çobanlar, ayağında giydiği naylon çorabın yanında yün çorabın altın değerinde olduğunu bilmezler de, koyunu kırkıp çayır çimene neden salıverirler?
Yoksa yine sebep meşhur arz talep meselesi mi?
Arzı yok edersen talep de olmaz tabi ki!
Yazık oldu yünümüze.
Var bu işte bir hinlik.
Karaman’ın Koyunu, sonra çıkar oyunu.