İtalyanca bir terim, “Perdere La Trebisonda”. Anlamı: “Trabzon’u kaybetmek.” Yolunu şaşırmak, kafası karışık anlamında kullanılıyor. Bir İtalyan yanlış bir iş yaptığında da bu deyim kullanılıyor halen, “Sen ne yapıyorsun yolunu mu şaşırdın?” diye uyarmak için. Karadeniz çok uysal bir deniz değil. Fırtınaları şiddetli. Olmadık yerde bilinmez bir zamanda dev dalgalar gemileri çok rahatsız eder. Cenevizliler, Venedikliler öteden beri Trabzon'la gemi yolu ile ticaret yaparlar. İpek yolunun başlangıcında bulunan Trabzon limanı Milattan Önce de Asya'nın Uzakdoğu'nun başlangıç ve bitiş ticari yolunun merkezi idi. İtalyan ticari gemileri, fırtınalı havalarda sağ salim Trabzon limanına sığınmak isterler. Gözleri Trabzon'u arar. Gecenin karanlığında boğuşan gemiciler Trabzon'u gözden kaybedince işte tam da bu deyimi kullanmaya başlarlar: “Perdere La Trebisonda” Trabzon'u kaybettik. Bu iki kelime gemiciler için felaketin habercisi gibidir. Tek kurtuluşları Trabzon’u bulmaktır artık. Bu deyim 1461 yılında Fatih'in Trabzon'u fethiyle artık İtalyanların yüreklerine yara olarak kazınır. Çünkü Trabzon tamamen kaybedilmiştir. Fırtına dinse de deniz sakinleşse de artık Trabzon İtalyan gemiciler için yoktur. Çünkü Karadeniz tamamen Türk yurdu olmuştur.

DON KİŞOT'UN TRABZON HAYALİ
Trabzon'a ait anılar sadece bu mudur batı dünyasında? Hepimizin yakından tanıdığı ünlü yazar Cervantes'in haçlı ordusunda gönüllü olarak Türklere karşı savaştığını ve bu savaşta bir kolunu kaybettiğini biliyor musunuz? Meşhur Don Kişot romanının yazarı Cervantes, hayal dünyasında Don Kişot'un kimliği ile kendini Trabzon Kralı ilan eder ve bu güzel kenti bir gün yöneteceğini hayal eder. Çünkü o yüzyılda (1605) inci gerdanlık gibi Karadeniz kıyısında bulunan Trabzon, Taç Şehir olarak adlandırılıyordu. Zenginliği, doğal güzelliği, doğu ve batının liman şehri oluşu sadece Cervantes'in değil birçok seyyahın da rüyalarını süslüyordu. Hatta satışı çok olsun diye içinde Trabzon'a ait macera, aşk, gizem, doğa olaylarının yer aldığı kitaplar yazmak moda haline gelmişti.

TRABZON İSMİ İKİ KEZ OLİMPİYATLARDA ALTIN KAZANDI
Trabzon, Berlin Olimpiyatlarına da damgasını vurmuş. Hatta 1936 yılındaki Berlin Olimpiyatlarında altın madalya sahibi olmuş. 80 metre engellide koşan atlet Trabzon, altın madalya almayı başarmış. 20 Mayıs 1916’da 1. Dünya Savaşı’nın olanca yakıcılığı altında inleyen bir dönemde İtalya'nın Bolonya kentinde bir kız çocuğu dünyaya gelir. Babası adını Trabzon koyar. Bu çocuk 20 yaşına geldiğinde Berlin Olimpiyatlarında altın madalya sahibi olur. Trabzon'da Valla'dır asıl ismi. Yani İtalyanca Trabzon. B a - bası o yıllarda Trabzon’la ticaret yapmaktadır. Trabzon’u çok sevdiğinden onun gibi güzel ve muhteşem olsun diye kızına Trabzon adını vermiş. İtalya da ilk olimpiyat madalyasını Trabzon isimli kız sayesinde kazanmış. Busenaz Sürmeneli kızımız da boksta, Tokyo olimpiyatlarında altın madalyayı almış. 81 yıl önce o kürsüye çıkan sporcunun Trabzon'a hayranlık duyan babasının ismini koyduğu 20 yaşındaki Trabzon'da Valla gibi ikinci kez Trabzon ismini, bu kentin öz be öz kızı olarak temsil etti.

INTER YENİLİNCE TARİHE DÜŞÜLEN NOT
Inter 14.09.2011 sezonu Şampiyonlar Liginde Trabzonspor'a Trabzon’da 1-0 yenilince La Gazzetta Dello Sport şu başlığı atar: “L' Inter lerde la Trebisonda” Trabzon'da kaybettik. Trabzonspor bir kez daha Trabzon'u başarısıyla İtalyanlara hatırlattı. Yine kaybettik anlamında gazeteler başlık atarken aslında tarihin geçmişten bugüne çok şey aktardığını bir kez daha görmüş oluyorduk. Çünkü İtalya'nın şuur altına hem Trabzon'u kaybetmek hem de “kutup yıldızı gibi Karadeniz’in kıyısında duran Trabzon'a fırtınalı gecelerde ulaşamamanın anıları halen yaşıyor. Kim bilir ne hikâyeler anlatılmıştır Karadeniz’in sert rüzgârları üzerine İtalya'nın gemicilikle hayatını sürdüren evlerinde.

MAMMA Lİ TURCHİ
İspanyol Servantec'in Don Kişot'unun ilgi duyup hayalinde de olsa Trabzon Kralı olma isteğinden başka, İtalyanların Trabzon'a ilgisi Cenevizliler zamanından beri bilinir. Roma'yı Trabzon'da elimizden kaçırdık. Roma'da ne olur bilmeyiz ama bildiğimiz bir şey var ki İtalya'da “Trabzon’u kaybetmek” gibi “Mamma Li Turchi” deyimi de var. İtalyanlar korktuklarında Anneciğim Türkler geliyor, demiş tarih boyunca. Korkmalarına gerek yok aslında atabilirsek iki üç gol atacağız şunun şurasında. Roma'yı yakacak halimiz yok ya. Kaldı ki Roma'yı kendi krallarının yaktığını yazar tarih kitapları. İtalyan gazeteleri Roma maçından sonra şu başlığı atsa ne güzel olur değil mi? “Perdera Le Trebisonda”

HAMSİKÖY SÜTLACINA SÜT BULABİLMEK
Hamsiköy tarihi İpek Yolu'nun en önemli duraklarındandı. Trabzon'dan kalkıp yola koyulan, sürüsüyle yaya olarak yaylasına gidenler, kervanlar, atlılar, araçlar, kamyonlar, otobüsler hep tarih boyunca Hamsiköy'de konaklayıp mola verip yollarına devam etmiştirler. Zigana Dağı'nın yaylalarına çıkışlar da buradan olurdu. Çok eskilerden hayvanları ile yola çıkan yaylacılar, yol kenarlarındaki hanlarda konaklayıp Hamsiköy'e vardıklarında, lokantaları, fırınları, kahvehaneleriyle rahat nefes alacakları bir mola merkezine ulaşmış olurlardı. Sonraları, kamyon sırtında hayvanlarıyla yolculuklar başladı. Daha daha sonralarda da yaylaya götürülecek ne koyun kaldı ne de inek. Ve şimdi meşhur Hamsiköy sütlacı için süt bulmakta zorlanan işletmeler kendi hayvanlarını kendileri beslemek zorunda kalmaya başladılar. Sadece sütlaç için mi süt bulmakta zorlanılıyor. Meşhur Hamsiköy Kaşarı başta olmak üzere diğer peynir çeşitlerini ve yağını da üretmek zorlaştı artık. Süt üretimi yok denecek kadar azaldı.

Çünkü yaylacılık yapan insanımız da kalmadı gibi. Bir nesil sonra enfes Trabzon tereyağını bulamayabiliriz dersek abartmış olmayız. Hayvancılığa teşvik şart. Yaylalar sayfiye yerine dönüşüyor. Gerçek üretici çok azaldı. Azalan gerçek üreticiyi de yaylada tutmak zorlaştı. Bu işi yapan; etini, sütünü, yağını, peynirini üreten insanımızı türlü teşviklerle desteklemek gerekiyor. Kırsal nüfus azalıyor. Kente yığılma farklı sorunlarla birlikte beslenme sıkıntısını da beraberinde getiriyor.

Üreten azalıp, tüketen çoğalınca ihtiyaca cevap vermekte zorlanıyor ülkemiz. Nüfusu yerinde tutup refahı kırsalda paylaşma adına çok önemli projeler geliştirmek gerekiyor. Köy yaşamını cazip hale getirmenin yollarını aramalıyız. Beslenme ülkeler için giderek stratejik sorun haline geliyor. Hamsiköy'ün karakteristik mimari dokusu da değişmiş. Her yerde olduğu gibi geleneksel mimari yerini betona bırakmış. Aslında bu yapıyı korumak çok da zor değil. Yeter ki insanımızın önüne örnek projeler koyalım. Maziden kalan bir kaç eski yapı bize geçmişimizi hatırlatıyor.

Fakat Hamsiköy'de ne fırından yeni çıkan ekmeğin kokusu, ne de büyük sobaların üzerinde pişen yemeklerin lezzetini bulmak mümkün değil. Turistik olmak; özgün yapıyı bozmak, geleneksel lezzetlerden uzaklaşıp her yerde bulunabilen köfte et tavuk üçlüsüne mahkûm olmak değildir. Evet, Hamsiköy bugünlerde çok hareketli. Tesisler çoğalmış. Turistler uğramadan geçmiyor. Turlar programlarına almış. Lakin diğer turistik yörelerimizin olduğu gibi Hamsiköyün de sorunlarının başında özgün yapıdan uzaklaşmak var. Beton maalesef bu güzel yörelerimizi de esir almış vaziyette. Bir de, gidin Hamsiköy'e, Zigana’ya, Ayeser'e, Kadırga'ya, Camiboğazı'na, Taşköprü'ye deyin ki, “Ben varel peyniri almak istiyorum.” bakalım bulabilecek misiniz? Bulursanız ben de bir kahvaltılık isterim. Uzun yıllardır tadına bakamadım da.