“Binanın yüksekliğini barometre ile nasıl ölçebiliriz?” 

Üniversitenin birinde fizik bilgisini ölçmek için sorulmuş bu soruya öğrencinin biri ilginç bir cevap verir.

“Barometreyi ipe bağlayıp çatıdan aşağı sarkıtırız. İpin uzunluğunu ve barometrenin uzunluğunu toplayarak binanın uzunluğunu buluruz.” 

Öğrenci bu cevabın karşılığı olarak, muhtemelen bütün üniversitelerde alacağı puanı alır. Yani sıfır! Öğrenci aldığı puanı kabullenmez ve sınav notuna şiddetli bir şekilde itiraz eder. Üniversite yönetimi de cevabın pratik olarak doğru olduğunu ama fizik bilgisini yansıtmadığını belirterek tarafsız bir kurul oluşturulmasını ister. 

Kurul, öğrenciden başka bir cevap vermesini talep eder. Öğrenci de güneşli bir günde barometrenin gölgesi ile binanın gölgesini oranlayarak cevabı bulabileceğini belirtir. Kurul bu cevaptan da tatmin olmaz. Çünkü cevap fizik bilgisinden çok geometri bilgisi içermektedir. Bunun üzerine öğrenci binanın çatısından barometreyi yere bırakacağını, barometrenin yere düşüş süresi ve yer çekim kuvveti ile bina yüksekliğini bulabileceğini ifade eder. İstenilen cevap bu da değildir. Ancak öğrencinin cevabı fizik bilgisi içerdiği için öğrenci sonunda tam puanı alır. 

Rivayete göre öğrenci çözüme ulaşabileceği birkaç cevap daha verir. Ancak hiç biri kurulun istediği cevap değildir. Basınç farklarından yararlanılarak bina yüksekliğinin bulunabileceğini bir türlü söylemez öğrenci.  Ve hikâyenin sonunda, “Eğitim sisteminin nasıl düşünmem gerektiğini söylemesinden sıkıldım” diyerek mesajını verir.  

Bu hikayenin 1900’lü yılların başında Danimarka’da geçtiği, öğrencinin de Niels Bohr olduğu söylenir. Sosyal mecradaki birçok kaynak Nobel Fizik Ödülü alan Niels Bohr’un bu hikâyenin kahramanı olduğu konusunda ısrarcıdır. Elbette ki Nobel fizik ödülü almış birinin bu hikayeyi daha ilgi çekici kılacağı aşikar. Ancak ünlü fizikçinin başından böyle bir hikâye geçmemiştir. 

Bu hikâye kimin başından geçti bilinmez. Ancak bilinen şu ki eğitim sistemi yüzyıllardır tartışılagelir. Eğitim sisteminin insanları tek tip düşünmeye sevk edip etmediği, yaratıcılığı baskılayıp baskılamadığı her dönem sorgulanmıştır. Ünlü ressam Picasso, tüm çocuklar sanatçı olarak doğar, der. 

Bu sanatçıların kaçını eğitim sistemi içinde sıradanlaştırıyoruz? Eğitim hayatında sorunlar yaşayan veya okulu bırakmak zorunda kalan bir çok sanatçı ve bilim adamı olduğunu biliyoruz. Ancak eğitim sistemine uyum sağlayarak sanat ve bilim tarihine imza atanlar da elbette ki var. Peki, bizler problemleri nasıl çözüyoruz? Konuşanları önce uyarıp sonra kara tahtaya yazanlar kimler? 

Öğrencileri eğitirken ve bilgilerini test ederken onları ne kadar kısıtlamalı, ne kadar özgür bırakmalıyız? Bu hassas denge nasıl kurulmalı? Her dönem olduğu gibi bu dönemde de bu sorulara cevap arayışları devam etmekte. Bu arayışlar devam ederken Amerika’da yaşanmış bir başka hikâye de şu şekilde cereyan eder. Üniversitenin birinde öğrencilerden en az 500 kelime içeren bir film eleştirisi yazılması istenir. Allison Garrett isimli öğrenci film olarak hemen hemen herkesin malumu olan ünlü “Dövüş Kulübü” filmini seçer. Ancak istenilenin aksine oldukça kısa bir ödev hazırlar. Ve ödev olarak sadece “Dövüş kulübünün birinci kuralı dövüş kulübü hakkında konuşmamaktır.” yazan bir kâğıt verir. 
Öğrencinin kurallara uymayan bu ödevi geçersiz mi sayılmalı? Yoksa yaratıcı bir cevap olduğu gerekçesi ile ödüllendirilmeli mi? Peki, siz olsanız ne yapardınız? Öğrenciyi bırakır mıydınız, geçirir miydiniz? Allison’un öğretmeni, vereceği puan için uzun süre mücadele ettiğini belirten bir not ile beraber öğrencisine 100 puan verir. Allison Garret’i kurallara uymamasına rağmen ödüllendirme yoluna gider. Ancak öğrencisini uyarmaktan da geri durmaz. 

“Seni uyarmama izin ver: bu tarz şeyleri sakın diğer profesörlerde deneme. Benim mizah anlayışıma sahip olmayabilirler.”