Bilenler bilir, bizim kuşak yaylalarda yaylanarak büyümüştür.

Yaylalar:

Çocukluğumuzun doyumsuz tatlarının sofrası ve tarifsiz oyunlarının oyuncağıdır.

Ergenliğimizinse ulaşılmaz aşklarının dünyasıdır.

Zaman aldı götürdü dünyamızı elimizden, yerine modernitenin sanal yaylaları yerleştirildi. Kelifsiz, hartemasız, tandırsız, koyunsuz, mandasız, çobansız, kavalsız ve en önemlisi çocuksuz ve oyunsuz sanal bir yayla.

Şimdiki yaylalar; üç dört katlı evleriyle ve dahi villalarıyla, tv. vericileriyle, internet ağlarıyla, marketleriyle, her evin önüne giden yollarıyla çoktan kimliksizleştirildi.

Bizler şanslıydık, çünkü kadim yayla kültürünün son evrelerine tanık olduk ve doya doya yaşadık. Dolayısıyla geleneksel yayla kültürüne dair anlatacak hikayelerimiz var.

Ayrıca bizler çok üzgünüz; çünkü yaylalarımızın katledilişine tanık olduk ve ne yazık ki hiç bir müdahalede bulunamadık.

Bu yazımı “Geleneksel Yayla” özlemiyle yanıp tutuşan çağdaşlarıma ve özellikle, Sakarya’da şehir hayatının ölümcül kıskacında nefessiz kaldığını haykıran, yaşama bağlılığını bir gün tekrar yalasına dönebime hayaline bağlayan “Mahmut Çuhadar’a” sunuyorum.

Yaylamın içinde kelifler vardı,
Ortasından akan coşkularımız.
Çatılarımızsa hartemalardı,
Aralarından sızan yıldızlarımız.

Yaylamın düzünde dünyamız vardı,
Etrafında dönen umutlarımız.
Dünya bildiğimiz oyuncaklardı,
İçinde yaşayan oyunlarımız.

Yaylamın çimeni çocuklarındı,
Bitmeyen rüzgarı kanatlarımız.
Tepelerindense duman yağardı,
Sisinde kaybolan bilyelerimiz.

Yaylamın bayırı kuzularındı,
Nağme olup güden çobanlarımız.
Tandırından tüten kokular vardı,
Tarihe gömülen anılarımız.

Yaylamın mevsimi hayvanlarındı,
Sefasını süren sofralarımız.
Oyunlarımızla güneş doğardı
Işığı yansıtan duygularımız.

Yaylamın örtüsü gökkuşağıydı
Renkten renge akan horonlarımız.
Yayla bildiğimiz baharımızdı,
İçinde büyüyen sevdalarımız.