"Trabzon deyince aklıma bir salkım kareymiş gelir

Bahçeler dolusu zindan yeşili

İçin için kandil kandil ballanır

Kandiller içinde bir kandil yanar

Bir kız deli deli koşmaya başlar

Yanaklarında amoftaların alı

Dudaklarında kareymişin moru

Göğsünde …… elinin körü…” 

Son günlerde her nedense adını tam olarak koyamadığım, ruhumu derinden etkileyen, kımıl kımıl yürek atışlarıyla karşılıyorum her doğan günü!.. Bu ruh halini sıla özlemine yorsam da biliyorum, her ayrılışın ardından olduğu gibi bu kez de; Mezar kazıcılar eliyle her geçen gün izi silinen! çocukluğumuz o güzelim Trabzon’uyla bir daha buluşamayacağımı.

Oysa sen… Binlerce yıllık vakarlı duruşun, kendine özgü mimarinin ve tüm bu özelliklerine uyumlu insanınla sen ne muhteşem şehirdin Trabzon’um. Kuşaktan kuşağa aktarılan mahalle ve onun bileşkesi Kent kültürüyle; hoş bir nostaljinin ötesinde, insana bileşeni olmanın hazzını ve keyfini doyumsatan bir güzellikler hazinesi, Allah’ın bir lütfu gibiydin bize… Kavgaları ve bir anlık kırgınlıkları ile kol kola, tüm güzellikleri yaşamın bütün safhalarına nakış gibi işlenmiş ve yaşatılmıştır.

Bu kadim kentte mahalleler; Dayanışmanın, güzel ahlak ve edebin estetiğe dönüştüğü birer okul gibiydiler. Ahşap, kerpiç evlerin sıralandığı Arnavut kaldırımlı dar sokaklar, yüksek duvarlarla çevrili gün görmüş evler!.. Bacasına leyleklerin yuva yaptığı, duvarlarını hoş kokulu, mor salkımların kapladığı, cumbalarında rengârenk çiçeklerin sergilendiği, iki katlı, bahçesinde akranlarıma mevsimin ilk meyvelerini gizlice sunan kocaman incir ağaçlı şirin mi şirin doğduğum ev, bakır maşrapasından kana kana su içtiğimiz asırlık sebil, gizlice top koşturduğumuz hoca annenin bahçesi, güdük minareli cami, Tango İsmail amcanın oturduğu asmalı konak, biraz ilerisinde “Trabzon’da yağmur yağdığında şemsiyesini ilk kim açar sorusunun muhatabı” Şık giyimi ve yanından hiç ayırmadığı şemsiyesiyle maruf, Kont Fahri abilerin evi ve… hafta sonlarının vaz geçilmez tutkusu peynirli-kıymalı-tophane için sabırsızlıkla sıra beklerken helak olduğumuz çolağın fırını… mahallemize ne de güzel yakışırlardı.

Daha yaklaşırken geniş saçakların çevrelediği evlerin kapı önlerine serili hasır şiltelerin üzerine çoluk, çocuk oturmuş insanların, uzun ve sıcak yaz gecelerinin doyumsuz sohbetlerinin yapıldığı dost kahkahalar karşılardı sizi… Tanıdık yüzlerle sarmal, Arnavut kaldırımlı sokaklarında dolaşırken, o güzelim cumbalı ya da değil ama yalın, ahşap-kerpiç evlerin pencerelerinde selamlardı gelip geçeni… Onlara da türlü manalar yüklenirdi o zamanlar? Örneğin pencerenin önüne iliştirilmiş sarıçiçek; ”Bu evde hasta var, lütfen gürültü yapmadan, olabildiğince sessiz geçin” mesajını içerirdi. Şayet çiçek kırmızı ise; “Bu evde yetişkin genç bir kızımız var, sakın ola kem bir söz etmekten kaçınınız” diye, başınıza gelebilecekleri önceden ikaz ederdi.

Evlerin kapı tokmakları desen, onlarda pencerelerde ki çiçek mesajlarından geri kalmazdı. Kapı tokmakları sağlı-sollu çift kollu olup, bunlardan, aslan başı motifli ve büyük olanı kalın… Çiçek motifli küçük olanı ise ince ses çıkartırdı. Şayet eve bir erkek misafir gelmiş ise, kalın sesli tokmağı tıklatır, ev sahibi gelenin erkek olduğunu anlar, kapıyı evin beyi açar, bey yoksa mahremiyete uygun olarak kapı açılırdı… İnse sesli tokmağın sesi duyulmuş ise, gelenin bir hanım olduğu anlaşılır, kapıyı evin hanımı açardı… Bu evlerin içi ve duvarları atadan kalma anıları içeren objelerle döşeli olup, bu duvarlar en azından asılı duran bir Ud ya da Mandoline eşlik ederdi.

Ve bugün ki gibi gelecek korkusuyla değil, gelecek umuduyla kucaklanırdı her doğan yeni gün… Bizi ayakta tutan, geleceği emin adımlarla karşılama şevki verip, hayata tutunmamızı sağlayan ve tüm olumsuzluklara karşın dayanmalısın diye direten Umut yoğun onurlu bir geçmişimiz vardı, Bizi bu günlere taşıyan…  

Şimdilerde, gözümüzün elifine baka baka, sistemli olarak çalınan geçmişimizin tıpkısına ulaşamıyor olsak bile... En azından koruyabildiğimiz mevcudun yanına yüreğimizi de katıp, yenisini ikame edebilmenin yol ve yöntemlerini el birliği ile oluşturabiliriz.…Yeter ki umut olmasın kaybedilen!  ve Sol göğsümüzün altındaki cevher solmasın dostlarım.