Ağrılı, sancılı bir topraktır Anadolu. Binlerce yıldan bu yana, pek çok uygarlığı bünyesinde barındırdı. “Göç ve ticaret yollarının üzerinde olması, Asya ile Avrupa'yı birbirine bağlaması, topraklarının verimli ve ikliminin uygunluğu, zenginleşmesine ve yüksek kültürlerin doğmasına neden oldu. Halkların karşılıklı etkilenişimi Anadolu'da uygarlıkların gelişmesine neden oldu.” Hititler, Firgyalılar, Lidyalılar, İyonyalılar, Urartular, Romalılar ve Türkler bu topraklarda derin izler bırakan kültürler yarattılar. Uygarlıklar insanların düşünsel, yazınsal, fiziksel olarak yeryüzünde bıraktıkları izler, belgeler ve yaşam tarzlarıdır.

Ne zaman bir devletle, bir uygarlıkla Anadolu soluklansa, yıldızını parlatsa, ne zaman huzur ve barış sağlansa, gelir düzeyi yükselerek zenginleşse, birileri çıkar, Anadolu’yu cehenneme çevirirdi. Persler, Medler, Büyük İskender, Moğollar, Araplar ve Türkler doludizgin bir koşuyla, kılıç şangırtılarını nal seslerine karıştırarak Anadolu’nun tozunu atanlardı. Salt Anadolu’ya mıydı bu saldırılar? Suriye, Irak, Mısır da nasiplerine düşeni alırlardı. İçlerinde en unutulmaz olanı, Anadolu’da, Mısır’da, Suriye’de, Irak’ta korkunç yıkımlar, katliamlar yapan, Moğollardır. Önlerine çıkan uygarlıkları, devletleri, kentleri Cengiz Han ve valilerinin acımasız, gaddar, zalim uygulamalarıyla, yağmaladılar, talan ettiler, yok ettiler. Üç-altı milyon arası insanı öldürdükleri, yüzlerce kenti yakıp yıktıkları yazılıp anlatılmaktadır.

***

Anadolu, (Anatolia) Yunan kökenli bir sözcüktür. Antik Yunan’da “doğuş, kalkış, yükseliş” anlamlarına geldiği gibi, “Roma’nın doğusu, güneşin doğduğu yer” anlamlarını da taşımaktadır. Anatolia Türkçeye “Anadolu” olarak geçmiştir. Roma’ya göre Asya’ya geçişin ilk ayağı olması nedeniyle “Ön Asya”, kıtanın özelliklerini taşıdığı için de “Küçük Asya” adı verilmiştir.
Kutlu bir coğrafyadır Anadolu. Asya’nın, Avrupa’nın, Afrika’nın kalbi denebilecek bir geçişkenliğe sahiptir.  Uygarlıklarıyla bu toprak güçlü kıralların, şahların, padişahların, devletlerin ilgisini çekmiştir, hala da çekmekte, iştahlarını kabartmaktadır.

***

Doğada yiyeceklerini hazır bulan ve üretmeyi bilmeyen “avcılar-toplayıcılar”, (dokuz yüz bin yılda) yiyeceklerin tükendiğini, zaman içerisinde duydukları açlık ve ihtiyaçlarla üretmeyi ve evcilleştirmeyi öğrendiler. Toprağa yerleştiler, ürünlerini-buğdayı, mısırı, yetiştirdiler. Hayvanları-köpeği, keçiyi, atı, sığırı-evcilleştirdiler. Kimileri de üretenlerin elinde olanları, gücüne dayanarak “yağmalamayı, talan etmeyi, ganimet almayı” yani, “sömürüyle” ve “savaşla” geçinmeyi kendilerine “yol” seçtiler. / Doğayla, hayvanlarla, insanlarla savaş, açlıkla ve ihtiyaçlarla başladı. İnsan, savaşı yaratan canlı olarak kanlı yeryüzündeki yerini aldı.

***

İnsanların her zaman ilgisini çeken Anadolu’yu ele geçirmek ülküsel kazanımların en büyüğü idi. Bu yüzden Anadolu ağrılı ve sancılı bir topraktır. Üzerinde yaşayanlar çok akıllı, bilgili ve çok güçlü olmak zorundadır. Romalılar parçalandı, yok oldu. Urartular, Selçuklular parçalandı yok oldu. Osmanlı “Şark Meselesiyle” paramparça edildi. Toprakları üzerinde(!) onlarca devlet kuruldu. Aynı sorunlar bugün de var, yaşanıyor, yarın da var olacak. Üretilecek tüm politikaların altyapısı buna göre düzenlenmek zorundadır.

Anadolu’ya gelmek-el atmak, petrole yakın olmaktır. Enerji, sanayinin ve sanayi ürünlerinin kanıdır, canıdır. Türkiye’deki, Suriye’deki, Irak’taki, İran’daki huzursuzlukların nedeni güçlü devletlerin ve ittifakların petrole yakın olma, petrolü ele geçirme isteklerinden doğmaktadır; yani emperyalizmden. Terörü besleyerek, bölücülük yaparak, insanlar arasında din ve mezhep farklılıklarını körükleyerek iç savaşlar çıkarıyorlar. Devletleri zayıf düşürüp isteklerine ulaşmak için insanlığa sığmayacak her yolu “mubah” görüyorlar.

Bu sancılı toprakların sancılı insanları, özellikle siyasetle uğraşanları, yazarı, çizeri, sanatçısı, bilim insanı, askeri, güvenlik görevlisi, yöneticisi, kamu çalışanı, işçisi, köylüsü, din görevlisi, öğretmeni bilmek ve çok düşünmek zorundadır. “Kale içten fethedilir.” Toplum olarak, devlet olarak “sen sağlamsan-güçlüysen”, dış güçlerin yapacağı, başaracağı, sana zarar vereceği bir açığın olmaz. “Sen kendinden kork.” Kendine inancın, güvencin yoksa, yeterince “güçlü, donanımlı, bilgili ve becerili” değilsen, işte o zaman dış güçler her haltı karıştırır. Tarih boyunca vardılar, şimdi de varlar, bundan sonra da olacaklardır. Onlar kuşkusuz önemlidir. Ama asıl önemli olan dış güçlere karşı içeridekilerin neler yaptığı, yapabildiğidir.

Bu işler borçla, dışarıdan alınacak yardımlarla, dökülen ve dikilen betonlarla, korkunç pahalılık ve yüksek enflasyonla başarılmaz. Enerji, birikim, olanaklar betona, köprüye, tünele, tüketime değil, fabrikaya, sanayiye, toprağa, emeğe ve üretime harcanmalıdır. Kalkınma akılla, bilimsel düşünceyle, bilimle, teknolojiyle, sanayiyle başarılır. / Birinci sanayi devrimini ıskalayan Osmanlı neden çöktü? Aklı, bilimi, sanayiyi, “şeytanın fısıltıları” dediği özgür düşünceyi ve Avrupa’nın gelişmişliğine dair hiçbir değeri sınırlarından içeriye sokmadığı için… / Hala anlaşılamamışsa, bundan sonrası da anlaşılmaz. Anlamak için bir emek, bir merak yok çünkü. Olancasıyla da her kaynak “betona” gömüldü. Üçüncü sanayi devriminin yaşandığı bir çağda Anadolu Türkiye’si bu aşamaya geçemese vay ki vay haline; Osmanlı’dan beter olur.

Şimdi yaşadığımız en korkunç gerçek, “Üniversitelerin bilim, teknoloji üretemez konuma getirilmeleridir.” / Unutulmasın ki, uçaklar ses duvarını çoktan aştı! Devir, nano teknolojiler devridir…

Sevgiyle, esenlikle kalınız…