Kişinin erdemi öncelikle dürüstlüğü ile başlar. Bu şu anlama gelir; kişi yaşamını doğru bir çizgide götürürken, düşünce ve davranış ve söylemiyle de bunu doğrular.

Yani, dürüstlüğünü...

Dürüst kişi/ler yaşadıkları toplumun güvencesi kadar, mihenk taşı olma özelliğini taşırlar.

Örnek alınırlar.

Yaşayanlara/yaşamlara deniz feneri olurlar.

Yol gösterirler.

Böyleleri toplumların erdem abidesidirler ayrıca...

***

Dürüstlük ve yalan...

Artı ve eksi iki ayrı kutup gibidirler birbirine...

Ya da siyah- beyaz renkler gibi tezat  bir durumdur dürüstlük ile yalancılık kişiler için...

Hiç bir dinde yalancılığın  yeri yoktur ve söyleyen de hiç hoş görülmez. 

Önce bunu bilmek gerekir.

Kim mi?

Hepimiz!..

Yalancı kişi, kültürel  zaafiyeti nedeniyle şeytani duygulara tutsak olduğunda;  

karşısındaki kişinin gözünün içine baka-baka yalan söyleyip kendini  -aklınca-  aklaması...

"şirinlik muskası" takıp; sahte kişiliğini cilalaması...

böylece yaratmak istediği "yalan dünya"ya  kavuşmak istemesi...

Bu; olsa-olsa ruhsal dengesizliğinin belirtisi  değil de, ne olabilir?

***

Hangi toplum olursa olsun; kendi varlığının köküne sarılırsa ayakta kalabilir. 

Dinsel kurallar, gelenekler/görenekler, geçmişte yaşamış "kanaat önderleri"nin gösterdiği yol; 

birlik/beraberlik/bütünlük;  

toplumsal varlığın kökünü oluşturur...

Toplumsal moral, güç, aktivite ve yaşam  böylece oluşur.

Şimdi böyle bir durum karşısında bir soruyu soralım kendimize;

- Bize ne oldu ki, tüm uluslarının örnek gösterdiği Mustafa Kemal Atatürk'ü içimizden(!) kimilerinin karalamaya yönelik düşünce ve davranışlarına  seyirci rolünde kalıyoruz? Atatürk'ü; denize döktüğü düşmanları ve tüm dünya toplulukları bile överken bizim içimizdeki kendini bilmezlerin Cumhuriyet'in kurucusuna yönelik saldırılarına, karalamalarına niçin seyirci rolünde kalıyoruz? 

Dürüst olmalıyız.