Camilerde imamlar her cuma günü arızalarımızı hutbeden bir bir yüzümüze sıralıyor. Dağarcıklarındaki bilgilerle yapılması ve yapılmaması gerekli halleri açık bir dille izah ediyor.

Ama biz duymuyoruz.

Camiye girdiğimiz kafayla camiden çıkıyoruz. Oysaki her hafta bir nakisamızı onarsak bir yılda tam elli iki yanlışı terk etmiş oluruz.

Ama biz duymuyoruz.

Kulaklarımız yerinde, zihnimiz saat gibi çalışıyor.

Ama biz duymuyoruz.

Dün ile bugün arsına "hayır" koyamıyoruz.

Öğretmen ilk dersinde başlıyor iyi ile kötünün farkını anlatmaya. Lakin biz öğrenciler olarak duymuyoruz.

Ozan bir şiirinde "kör müsün?" diye soruyor. Şiir okunuyor, inceleniyor; kafiyesi, redifi, teması analiz ediliyor.

Ama biz duymuyoruz.

Anlayacağınız biz ruhumuzu vermiyoruz yaptığım işe...

"Dostlar alışverişte görsün" deyiminin anlamı içinde debelenip duruyoruz.

Ama biz duymuyoruz.

Televizyon programlarında uzmanlar, gazeteciler, akademisyenler velhasıl yorumcular didik didik ediyorlar meseleleri. "Tam bana göre konuştu" deyip kulaklarımız ardına varıyor.

Ama biz duymuyoruz.

Malum; kulakla işitilir, ruh ile duyulur.

Biz işitiyoruz ama duymuyoruz.

Bu sağırlığımız sürdükçe kulaklarımız hep işitecek ama biz asla duymayacağız.

Bir gün bir arkadaşım "TRT Trabzon Radyosundaki konuşmanı dinledim" diyor.

Yüzüme kan geliyor, gözlerim parlıyor. "Konuyu beğendin mi" diye sordum. İşitmişti ama muhtevadan habersizdi.

Neşem süzüldü, suratım dütü.

Niye üzülüyorum ki...

Biz toplum olarak hep aynıyız.

İşitiyoruz ama duymuyoruz.